Birkaç yıl
önceydi. Sabah erkenden kalmış, ilk trenle şehir merkezine gelmiş, artık rutine
bağladığım şekliyle birkaç esnafa uğramış, birkaç seyyar satıcı ile muhabbete
girmiş, köşe başındaki simit evinden simidimi, böreğimi almış çalıştığım ofise
gelmiştim. Standarda bağlanmıştı düzenim; acele yenilen küçük bir kahvaltı,
günün çalışma programı, çalışma yerleri ve gerisi rastgele inşallah… Bir anket
şirketinde çalışıyordum. Medyada çıkan çeşitli reklam ürünlerinin halk
tarafından nasıl yorumlandığı ve reklamların işlevselliği üzerine araştırmalar
yapıyorduk. Dur durak bilmeyen bir düzende acelesi her zaman mevcut bir işimiz
vardı. Sürekli bir şekilde bir şeylerin bitmesi, bir şeylerin hazırlanması ve
ya gönderilmesi gerekiyordu. Hatta çoğu zaman uykularımızı, sınavlarımızı,
tatil ve gezi planlarımızı alıyordu bizden. Sırf bu yüzden “söz vermek” işi zordu bizim için, uzaktı bizden. Çünkü ne
zaman nerede olacağımız, hangi dakika alelacele kalkıp falanca diş macunu
kullanan elli yaşında bir kadını arayacağımız belli değildi. Sabırdan dağlar,
astarı sağlam yüzler, verilen emeğin dökülen terin üzerinde bir şeyler gerekiyordu.
Cılız kalıyordu “feragat” kelimesi, anlamsız kalıyordu. Girdiğimiz her iş
yerinde farklı bir iklime bürünüyor, çaldığımız her kapıda farklı bir kimlik
taşıyorduk. Düşüncemiz, duygularımız, yaşama bakış açılarımızı unutuyor, kısa
süreliğine bir karakter yolculuğuna çıkıyorduk. Unutuyorduk kendi gerçekliklerimizi,
unutmak zorunda kalıyorduk. Bazen koyu bir devrimci, bazen namazlı niyazlı bir
işçi, bazen de üniversitelerin haylaz ve çapkın gençleri oluyorduk. Kim ne
isterse, kime ne giderse… Onu gerektiriyordu çünkü yaptığımız iş. Onlar ve
onların düşüncelerine önem veriyordu.
Her değişim
farklı bir ruh hali yaratıyordu bizde. Her yeni insan, yeni bir dünyayı
sunuyordu. Ama bizim yaşadığımız bu ruhsal değişimi, konuştuğumuz ve
fikirlerini aldığımız insanlar da yaşıyordu. Herkes kendi küçük dünyasında,
geçmişi oranında rutine bağladığı bir düzende yaşamasına rağmen konu kendini
anlatmaya gelince bambaşka hayatlardan, bambaşka insanlara ait anılara sığınmaya
çalışıyordu. “Ben bu değilim, inan daha büyük, daha zengin, daha güzel bir yaşamım
var” mesajı vermek istiyordu. Anlamsız bir şekilde, bulunduğu yerden daha
yüksek bir konumu işaret ediyor, bulunduğu ortam ve dereceden daha yukarı bir üslupta
cevaplar veriyordu. Yamalanmış bir geçmişin arta kalanları ile süslenmiş bir
kişiliğin cilası abartılı gerçekliklerinin savaşıydı bu ve içinde hep beraber
cebelleşiyorduk.
İnsanlara soru sormak ve fikirlerini almak
hoşlarına gidiyordu. Değer kavramının kendi küçük dünyalarına uğraması, bakış
açılarının bir değerlendirmenin ölçütü kabul edilmesi, düşüncelerinin hiç
tanımadığı insanlar ve kurumlar tarafınca önemsenmesi sevindiriyordu onları. Çünkü
anket yaptığımız insanların çok azı gündelik yaşamlarında kendi düşünceleriyle
ön planda olan, fikirsel bir önemsenmeye sahip insanlardandı. Genelde birileri
düşünmüş onlar desteklemişlerdi, birileri konuşmuş onlar benimsemişlerdi,
birileri sunmuş onlar mecburen tüketmişlerdi. Alışık oldukları işleyiş buydu. Olan
ile olması gerekenin sorgulandığı bir ikilemde insanlar olması gerekeni
savunuyor ve kendileri olmayan bir üst kimliğin onların yerine cevap vermesini
normal kabul ediyordu. Kendi düşüncesi mi? Kimin umurunda!
İnsanlara
kendileri ile ilgili sorular sormak afallatıyordu onları. Çünkü daha önce
birilerin direkt olarak kendi düşüncelerini soran sorularına alışık değillerdi.
Alışık oldukları şey, futbolun, siyasetin, inancın dönüp dolaşıp kendi
kaderinde tekrarlanan sonuçsuz sorularıydı. “Ne olacak bu memleketin hali?”
“Fenerbahçe dün akşam ne yaptı?” “Sakız orucu bozar mı?” gibileriydi. Başkaları
ile ilgili olan, herkesçe, kendi yaşam çemberlerinden uzak bu sorulara en uç
cevapları vermek kolaydı. Çünkü önlerinde, yıllardır konuşmuş olmanın, milyonlarca
insanla paydaş olmanın, alışık ve tanıdık olmanın verdiği rahatlık vardı.
Başkalarının fikir dünyasını, acısını, özlemini, isteklerini konuşmak zaten kolay
bir şey değil midir? Gönder birkaç genelleyici
cümle. Dokundur sağa sola inceden. Zaten gerisi, ülke olarak hepimizin özeti…
Bir
normallik hali yerleşmişti insanlara. Kendilerine yöneltilen ve öznesi
kaçınılmaz bir şekilde şahsiyetlerine tamamlanan cümlelere bile hep bir ağızdan
“normal” cevaplar vererek, sürüden
uzaklaşmamaya, alçak ve yüksek dengesinden şaşmamaya, gidilen yolun tali
yabancılıklarından en az zarar görecek şekilde kurtulmaya çalışıyorlardı.
Kafalarının derinliklerinde oluşmuş, başkalarının renk ve arzularıyla
süslenmiş, kendilerinin olmayan ve kendilerinin hiçbir zaman olmayacak düşünce
ve hayaller, kendi cılız ve renksiz yaşamlarından daha albenili görünüyor ve bu
çekicilikten uzaklaşılmaması düşüncesi onları kendi ben’lerinden
uzaklaştırıyordu. Başkalarını yaşamaya çalışıp kendinden uzaklaşan insanların
araf sorgusu, doğru ve yanlış inançlarını derinden sarsıyor ve suretlerinin
vazgeçilmez hükmü, duygularının zayıf iradesine yeniliyordu. Başkalarını
yaşatmaya çalışırken insanlar, kendi’lerini öldürüyordu.
Bir şeye bu
kadar ilgisizken o şeye bu kadar benzeme isteği şaşırtıyordu beni,
düşündürüyordu. Sorulan sorunun türüne, soruyu soranın giyimine bakıp verilen
cevaplar samimiyet denizlerinde batan petrol gemilerini anımsatıyordu bana,
kirletiyordu gerçeği. İnsanların mevcut toplu düşünceden bu kadar hızlı ve
bilinçsizce zarar görmeleri, insani ve tekil mücadelenin, bireysel özgürlük ve
yaşam alanlarının, objektif ve öznelliğe olan inancın bu denli zayıflamış
olması, üzüyordu. Genişletilmiş bir tutkuya teslim olmak, çürüten bir bilinmeyene
bağlanmak anlamına gelmiyor muydu? Kendinden uzaklaşan insan, ait olduğu doğaya
ihanet değil miydi? Her imtihanın bir
mezuniyeti yok muydu? Bir hayale benzeme serüveni, bir meçhule dönme yolunu
açmıyor muydu?
Yoğun bir
benzeme halindeydik hepimiz. Her gün nizami bir düzende, standarda,
tekdüzeliğe, monotonluğa mahkûm bir şekilde günü bitirmeye çalışırken
birbirimize biraz daha benziyoruz. Her geçen günün bir öncekine benzemesi, her
gün benzer yerlerde benzer ilişkilerin kurulması, benzer alanlarda yemeklerin
yenilip benzer biçimlerde çalışılması, her gün aynı muhabbetlerin aynı
kişilerle yapılıp her gün aynı malzemelerin benzer müşterilere satılması bütün
ayırıcı yanlarımızı ortadan kaldırıyordu. Kendi küçük dünyasında birbirinden
bihaber insanlar, her gün aynı yaşamı yaşıyor, her gün aynı paydada
gövdeleniyor, her geçen gün eylemleri ve düşünceleriyle biraz daha birbirine benziyordu…
Aynı fabrikadan çıkarılıp, değişik ortamlara uyum sağlayabilme özelliğine sahip
sabit zekâlı robotlara gibiydik. Sadece bulunduğumuz yere göre dilimiz,
kıyafetlerimiz, eylemlerimiz değişiyordu o kadar.
&
Kahvaltıyı hazırlarken,
bir yardan böreklerin ambalajlarını açıyor, bir yandan çayın demlenişini
bekliyor, bir yandan da patronumla yine bu durumu konuşuyorduk. Benzer
düşüncelerimiz vardı, aynı konudan muzdariptik, beraber yaşıyorduk… Derken kapı
çaldı ve içeriye her gün benzer saatlerde, benzer anketler bırakmak için gelen
kargo görevlisi girdi.“ Bıktım valla
Ahmet Abi sizin bu merdivenlerden. Her gün in çık, in çık…” diye söylenmeye başlayıp bizden onay
beklercesine yüzümüze baktı. Önce biraz bekledik, biraz bakıştık ve bastık
kahkahayı.
O da bizdendi…
Fotoğraf:https://www.trthaber.com/haber/yasam/turkiye-genc-nufusuyla-zirvede-251242.html
Fotoğraf:https://www.trthaber.com/haber/yasam/turkiye-genc-nufusuyla-zirvede-251242.html
0 Yorumlar