Yabancı Benzerlikler...



Yabancı Benzerlikler, Enver İleri

Birkaç yıl önceydi. Sabah erkenden kalmış, ilk trenle şehir merkezine gelmiş, artık rutine bağladığım şekliyle birkaç esnafa uğramış, birkaç seyyar satıcı ile muhabbete girmiş, köşe başındaki simit evinden simidimi, böreğimi almış çalıştığım ofise gelmiştim. Standarda bağlanmıştı düzenim; acele yenilen küçük bir kahvaltı, günün çalışma programı, çalışma yerleri ve gerisi rastgele inşallah… Bir anket şirketinde çalışıyordum. Medyada çıkan çeşitli reklam ürünlerinin halk tarafından nasıl yorumlandığı ve reklamların işlevselliği üzerine araştırmalar yapıyorduk. Dur durak bilmeyen bir düzende acelesi her zaman mevcut bir işimiz vardı. Sürekli bir şekilde bir şeylerin bitmesi, bir şeylerin hazırlanması ve ya gönderilmesi gerekiyordu. Hatta çoğu zaman uykularımızı, sınavlarımızı, tatil ve gezi planlarımızı alıyordu bizden. Sırf bu yüzden “söz vermek”  işi zordu bizim için, uzaktı bizden. Çünkü ne zaman nerede olacağımız, hangi dakika alelacele kalkıp falanca diş macunu kullanan elli yaşında bir kadını arayacağımız belli değildi. Sabırdan dağlar, astarı sağlam yüzler, verilen emeğin dökülen terin üzerinde bir şeyler gerekiyordu. Cılız kalıyordu “feragat” kelimesi, anlamsız kalıyordu. Girdiğimiz her iş yerinde farklı bir iklime bürünüyor, çaldığımız her kapıda farklı bir kimlik taşıyorduk. Düşüncemiz, duygularımız, yaşama bakış açılarımızı unutuyor, kısa süreliğine bir karakter yolculuğuna çıkıyorduk. Unutuyorduk kendi gerçekliklerimizi, unutmak zorunda kalıyorduk. Bazen koyu bir devrimci, bazen namazlı niyazlı bir işçi, bazen de üniversitelerin haylaz ve çapkın gençleri oluyorduk. Kim ne isterse, kime ne giderse… Onu gerektiriyordu çünkü yaptığımız iş. Onlar ve onların düşüncelerine önem veriyordu.

Her değişim farklı bir ruh hali yaratıyordu bizde. Her yeni insan, yeni bir dünyayı sunuyordu. Ama bizim yaşadığımız bu ruhsal değişimi, konuştuğumuz ve fikirlerini aldığımız insanlar da yaşıyordu. Herkes kendi küçük dünyasında, geçmişi oranında rutine bağladığı bir düzende yaşamasına rağmen konu kendini anlatmaya gelince bambaşka hayatlardan, bambaşka insanlara ait anılara sığınmaya çalışıyordu.  “Ben bu değilim, inan daha büyük, daha zengin, daha güzel bir yaşamım var” mesajı vermek istiyordu. Anlamsız bir şekilde, bulunduğu yerden daha yüksek bir konumu işaret ediyor, bulunduğu ortam ve dereceden daha yukarı bir üslupta cevaplar veriyordu. Yamalanmış bir geçmişin arta kalanları ile süslenmiş bir kişiliğin cilası abartılı gerçekliklerinin savaşıydı bu ve içinde hep beraber cebelleşiyorduk.
 İnsanlara soru sormak ve fikirlerini almak hoşlarına gidiyordu. Değer kavramının kendi küçük dünyalarına uğraması, bakış açılarının bir değerlendirmenin ölçütü kabul edilmesi, düşüncelerinin hiç tanımadığı insanlar ve kurumlar tarafınca önemsenmesi sevindiriyordu onları. Çünkü anket yaptığımız insanların çok azı gündelik yaşamlarında kendi düşünceleriyle ön planda olan, fikirsel bir önemsenmeye sahip insanlardandı. Genelde birileri düşünmüş onlar desteklemişlerdi, birileri konuşmuş onlar benimsemişlerdi, birileri sunmuş onlar mecburen tüketmişlerdi. Alışık oldukları işleyiş buydu. Olan ile olması gerekenin sorgulandığı bir ikilemde insanlar olması gerekeni savunuyor ve kendileri olmayan bir üst kimliğin onların yerine cevap vermesini normal kabul ediyordu. Kendi düşüncesi mi? Kimin umurunda!
İnsanlara kendileri ile ilgili sorular sormak afallatıyordu onları. Çünkü daha önce birilerin direkt olarak kendi düşüncelerini soran sorularına alışık değillerdi. Alışık oldukları şey, futbolun, siyasetin, inancın dönüp dolaşıp kendi kaderinde tekrarlanan sonuçsuz sorularıydı. “Ne olacak bu memleketin hali?” “Fenerbahçe dün akşam ne yaptı?” “Sakız orucu bozar mı?” gibileriydi. Başkaları ile ilgili olan, herkesçe, kendi yaşam çemberlerinden uzak bu sorulara en uç cevapları vermek kolaydı. Çünkü önlerinde, yıllardır konuşmuş olmanın, milyonlarca insanla paydaş olmanın, alışık ve tanıdık olmanın verdiği rahatlık vardı. Başkalarının fikir dünyasını, acısını, özlemini, isteklerini konuşmak zaten kolay bir şey değil midir?  Gönder birkaç genelleyici cümle. Dokundur sağa sola inceden. Zaten gerisi, ülke olarak hepimizin özeti…  

Bir normallik hali yerleşmişti insanlara. Kendilerine yöneltilen ve öznesi kaçınılmaz bir şekilde şahsiyetlerine tamamlanan cümlelere bile hep bir ağızdan “normal” cevaplar vererek,  sürüden uzaklaşmamaya, alçak ve yüksek dengesinden şaşmamaya, gidilen yolun tali yabancılıklarından en az zarar görecek şekilde kurtulmaya çalışıyorlardı. Kafalarının derinliklerinde oluşmuş, başkalarının renk ve arzularıyla süslenmiş, kendilerinin olmayan ve kendilerinin hiçbir zaman olmayacak düşünce ve hayaller, kendi cılız ve renksiz yaşamlarından daha albenili görünüyor ve bu çekicilikten uzaklaşılmaması düşüncesi onları kendi ben’lerinden uzaklaştırıyordu. Başkalarını yaşamaya çalışıp kendinden uzaklaşan insanların araf sorgusu, doğru ve yanlış inançlarını derinden sarsıyor ve suretlerinin vazgeçilmez hükmü, duygularının zayıf iradesine yeniliyordu. Başkalarını yaşatmaya çalışırken insanlar, kendi’lerini öldürüyordu.
Bir şeye bu kadar ilgisizken o şeye bu kadar benzeme isteği şaşırtıyordu beni, düşündürüyordu. Sorulan sorunun türüne, soruyu soranın giyimine bakıp verilen cevaplar samimiyet denizlerinde batan petrol gemilerini anımsatıyordu bana, kirletiyordu gerçeği. İnsanların mevcut toplu düşünceden bu kadar hızlı ve bilinçsizce zarar görmeleri, insani ve tekil mücadelenin, bireysel özgürlük ve yaşam alanlarının, objektif ve öznelliğe olan inancın bu denli zayıflamış olması, üzüyordu. Genişletilmiş bir tutkuya teslim olmak, çürüten bir bilinmeyene bağlanmak anlamına gelmiyor muydu? Kendinden uzaklaşan insan, ait olduğu doğaya ihanet değil miydi?  Her imtihanın bir mezuniyeti yok muydu? Bir hayale benzeme serüveni, bir meçhule dönme yolunu açmıyor muydu?
Yoğun bir benzeme halindeydik hepimiz. Her gün nizami bir düzende, standarda, tekdüzeliğe, monotonluğa mahkûm bir şekilde günü bitirmeye çalışırken birbirimize biraz daha benziyoruz. Her geçen günün bir öncekine benzemesi, her gün benzer yerlerde benzer ilişkilerin kurulması, benzer alanlarda yemeklerin yenilip benzer biçimlerde çalışılması, her gün aynı muhabbetlerin aynı kişilerle yapılıp her gün aynı malzemelerin benzer müşterilere satılması bütün ayırıcı yanlarımızı ortadan kaldırıyordu. Kendi küçük dünyasında birbirinden bihaber insanlar, her gün aynı yaşamı yaşıyor, her gün aynı paydada gövdeleniyor, her geçen gün eylemleri ve düşünceleriyle biraz daha birbirine benziyordu… Aynı fabrikadan çıkarılıp, değişik ortamlara uyum sağlayabilme özelliğine sahip sabit zekâlı robotlara gibiydik. Sadece bulunduğumuz yere göre dilimiz, kıyafetlerimiz, eylemlerimiz değişiyordu o kadar.

&

Kahvaltıyı hazırlarken, bir yardan böreklerin ambalajlarını açıyor, bir yandan çayın demlenişini bekliyor, bir yandan da patronumla yine bu durumu konuşuyorduk. Benzer düşüncelerimiz vardı, aynı konudan muzdariptik, beraber yaşıyorduk… Derken kapı çaldı ve içeriye her gün benzer saatlerde, benzer anketler bırakmak için gelen kargo görevlisi girdi.“ Bıktım valla Ahmet Abi sizin bu merdivenlerden. Her gün in çık, in çık…”  diye söylenmeye başlayıp bizden onay beklercesine yüzümüze baktı. Önce biraz bekledik, biraz bakıştık ve bastık kahkahayı.

Yorum Gönder

0 Yorumlar