Jeton İbrahim...


Jeton İbrahim, Enver İleri

Onu ilk tanıdığımda üç lokanta sahibi, şık giyimli, cömert ve dik bakışlı bir adamdı. İnsanın gözlerinin içine bakar, özgüvenli yaklaşımıyla insanı etkiler, muhabbetine çekerdi. Onunla konuşurken başka tarafa bakmanız, başka bir şeyle ilgilenmeniz ya da sıkılgan bir mizaca girmeniz mümkün değildi. Çünkü kararlı ve kendinden emin bakışları buna engel olurdu. Kullandığı cümleler, söylediği hikâyeler, sahip olduğu geniş ve cömert düşünceler sizi onun sohbetine kolay alıştırırdı. Eskilerde unutulmuş, nasihat olsun diye saklanılmış güzel cümleler kullanırdı. Umutlu ve güzel günlerin olabilirliği üzerine kafa yorardı. İnsanlar, inançlar, yapılar, ideolojiler, gelenekler, gençler, hayaller, beklentiler hepsi onun için bir muhabbet malzemesiydi. Onlarca soru sorardı. Cevap beklemeden,  ısrar etmeden… Bazı zor işlerin ısrarcı çabalarla hafifleyebildiğini, sabrın ve azmin buluşarak çoğalabildiğini, fikirlerin insan hayatında nasıl zenginleşebileceğini anlatırdı hep. Çünkü Jeton İbrahim’di o, herkesin ağabeyi, herkesin fikir işçisi…
Jeton İbrahim derlerdi ona. Bu lakabı, şehrin çeşitli işlek köşe başlarına konulmuş ve insanların birer lira atarak tartıldığı, masaj yaptırdığı, fal baktırdığı, yumruk attığı, sevgililer için ayıcıklar, çocuklar için oyuncaklar çıkarmaya çalıştığı kırka yakın makinesinden akşamları bir kese kâğıdında topladığı paralardan almıştı. İnsanların eğlenmek için attığı her bir lira, Jeton İbrahim’in hayatında yeni bir tuğla demekti. Önce bir makineyle başlamış, sonra üçe, beşe, yediye derken kendi çapında hatırı sayılır bir mal varlığına erişmişti. Önce yeni ve farklı makineler almış, daha güzel, daha kazançlı köşe başlarıyla zaman harcamıştı ama daha sonra baba mesleği olan lokantacılık işine iddialı bir giriş yaparak kendi öz mesleğine geri dönmüştü. Nitekim kısa zamanda başarıyı yakalamış ve bütün eş dost akrabaya “Kebap, Jeton’da yenilir!” düşüncesini layıkıyla benimsetmişti. Ki kendisiyle tanıştığımız yer de orasıydı.
Jeton İbrahim’i toplamda üç kez gördüm. İlki lokantasının önünde “Memleket nere kardaş?” ile başlayan ve çiğ köfteli, beytili, künefeli biten bir patron işçi muhabbetinde. Ki bu, bizi tanıştıran ve onu bana ilginç kılandı. İkincisi yaklaşık bir sene sonra bir iddia bayisinde, on üç maç üzerinden oynanan ve son maçta atılan bir son dakika golüyle yatan bahis kuponunun küfürlü ve hırsa gebe muhabbetinde. Ki bu, onun bir bahiskolik olduğunu ve son bir yılda neredeyse servetinin yarısını kaybettiğini öğrendiğim; her defasında, kaybettiği paranın tamamını geri almak için niyetlenmiş ve her defasında bir kez daha yenilmiş biri olduğunu gördüğüm zamandı. Üçüncüsü ise hemen dört ay sonra, bir belediye su tahsilât gişesinin ağır ve gürültülü işleyen ödeme kuyruğunda. Ki bu, en acı ve en zor olandı.
&
İddia bayisinin önünde karşılaştığımızda çok sağlıklı, iyi giyimli, dikliğinden ve diriliğinden zerre yitirmemiş durumdaydı. Hani kendisi anlatmasa iddia falan oynadığını, ciddi paralar kaybedip iflasın eşiğinde olduğunu ben hayatta anlayamazdım. Alışık olduğumuz Jeton İbrahim’di işte. Fakat belediyenin su tahsilât gişesinde, elinde buruşuk faturalarla sıra bekleyen ve ayakta durmakta dahi zorlanan son halini görünce beynimden sarsılmışa dönmüştüm. Canlı kanlı, şen şakrak Jeton İbrahim, bir deri bir kemiğe dönüşmüş, gözlerinin feri gözaltı torbalarının karanlık çukurlarına gömülmüş, şakak kemiklerinden alın boşluğuna doğru beyaz ve kederli aklar doluşmuş, elleri ayakları yorgunluktan büzüşmüş bir haldeydi. Eski halini bilen, eski iyi günlerine tanıklık etmiş ve onu tanıyan birisi olarak onu bu şekilde görmek, ciddi bir şok yaratmıştı bende. Dakikalarca o olup olmadığına dikkat etmiş ve biraz daha zaman kazanmak için göz göze gelmekten kaçınmıştım. Nedense bana daha uzun ve daha kel görünmüştü bir anda. Tanıdığım Jeton, bu değildi. Lokantasının önünde, elinde kehribar tespihiyle oturup, sağa sola espriler dağıtan coşkulu adamın görüntüsü hala gözlerimin önündeydi. Ne olmuş olabilirdi ki?
Fatura kuyruğu ağır ve artık stresli işliyordu. Birkaç kere Jeton ile göz göze gelip, bakışlarımızla birbirimizi selamlamıştık. Elinde tuttuğu faturaları gösterip bir şeyler anlatmaya, bir şekilde neden orada olduğunu açıklamaya çalışıyordu.  Benden yana bakınca gülümsüyor, sıra biraz ilerleyince ise yine aynı mahzun haline dönüyordu. Melankolik bir ruh hali vardı üzerinde. Tanıdık birini görmenin hoşnut tebessümünün yanında, bu halde yakalanmış olmanın verdiği buruk bir hüzün vardı yüzünde. Geçmişin ağır ve yaralayan hüzünlerinin zülümdar baskıları arasında yaşayan ve en zor günlerin en çetin anlarında bile kendilerini bize hatırlatıp hala bir umudun var olduğunu hatırlatan küçük anların, bu anlara şahitlik etmiş ve bu anları paylaşmanın eşsiz tadına erişmiş güzel insanların sıcaklığıyla bakıyordu bana. Ben onun iyi günlerine şahitlik etmiştim. Başkalarına anlatmak istediği eski iyi günlerinin heyecanlı hikâyelerine tanık olmuştum ve varlığım onun için değerliydi. Kendi varlığını onaylatırken, benimkine ihtiyaç duyabilirdi.
Faturaları ödeme işi bittikten sonra yanıma gelmiş, iki avucuyla ellerimden tutmuş, gözlerimin içine bakmıştı. Derin ve uzun bir bakışın ardından titrek dudaklarla bir şeyler söylemiş, anlamadığımı görünce de bir babaya, bir büyüğe yeminler eder gibi “Bitti artık, yemin ederim bir daha oynamayacağım” demişti. Ne diyeceğimi, nasıl davranacağımı bilememiştim. Bir insanın hayatında sadece üç kez karşılaştığı ve birkaç cümlelik muhabbetten başka, değerli hiçbir şey yaşamadığı bir insana yeminler etmesi nasıl bir duyguydu? Kendi varlık sorgusuna başkalarının cılız onayını eklemeyi tercih eden bir insan, bu zayıf sunumuyla neyi amaçlıyordu? Ya da neden gerçek ve samimi olmayan bir nasihat cümlesine bu denli anlam yüklüyor ve ihtiyaç duyuyordu? Muhtemelen, elinde sığınacağı başka bir yer kalmamıştı da ondan.
Otuz yıl önce çekilen ve albümlerin sarı zarfları arasında kararan yüzü gözü silinmiş arkadaşların, çoktan çoluğa çocuğa karışmış eski eş dost ve akrabaların hatıralarını yaşatmaya devam edişimizin, söylemlerin, hediyelerin, gülümsemelerin, sahillerin, şemsiyelerin, şehirlerin ve kalabalıkların tatlı anılarını hala özleyişimizin altında yatan neden neyse, İbrahim’in bana olan yakınlığının nedeni de oydu. İnsan, bir şey kaybettiğinde, henüz kaybetmediğine daha çok sarılır. Korur, kollar, yüceltir…
İbrahim de öyle yapıyordu…


Yorum Gönder

1 Yorumlar

  1. Jeton İbrahim bence herkesin okuması gereken bir yazı. Çünkü hayattan alınmış gerçek bir deneyim . Kalemine sağlık çok güzel olmuş

    YanıtlaSil