Onu ilk tanıdığımda üç lokanta
sahibi, şık giyimli, cömert ve dik bakışlı bir adamdı. İnsanın gözlerinin içine
bakar, özgüvenli yaklaşımıyla insanı etkiler, muhabbetine çekerdi. Onunla
konuşurken başka tarafa bakmanız, başka bir şeyle ilgilenmeniz ya da sıkılgan
bir mizaca girmeniz mümkün değildi. Çünkü kararlı ve kendinden emin bakışları
buna engel olurdu. Kullandığı cümleler, söylediği hikâyeler, sahip olduğu geniş
ve cömert düşünceler sizi onun sohbetine kolay alıştırırdı. Eskilerde unutulmuş,
nasihat olsun diye saklanılmış güzel cümleler kullanırdı. Umutlu ve güzel
günlerin olabilirliği üzerine kafa yorardı. İnsanlar, inançlar, yapılar,
ideolojiler, gelenekler, gençler, hayaller, beklentiler hepsi onun için bir
muhabbet malzemesiydi. Onlarca soru sorardı. Cevap beklemeden, ısrar etmeden… Bazı zor işlerin ısrarcı
çabalarla hafifleyebildiğini, sabrın ve azmin buluşarak çoğalabildiğini,
fikirlerin insan hayatında nasıl zenginleşebileceğini anlatırdı hep. Çünkü Jeton
İbrahim’di o, herkesin ağabeyi, herkesin fikir işçisi…
Jeton İbrahim derlerdi ona. Bu
lakabı, şehrin çeşitli işlek köşe başlarına konulmuş ve insanların birer lira
atarak tartıldığı, masaj yaptırdığı, fal baktırdığı, yumruk attığı, sevgililer
için ayıcıklar, çocuklar için oyuncaklar çıkarmaya çalıştığı kırka yakın makinesinden
akşamları bir kese kâğıdında topladığı paralardan almıştı. İnsanların eğlenmek
için attığı her bir lira, Jeton İbrahim’in hayatında yeni bir tuğla demekti.
Önce bir makineyle başlamış, sonra üçe, beşe, yediye derken kendi çapında
hatırı sayılır bir mal varlığına erişmişti. Önce yeni ve farklı makineler
almış, daha güzel, daha kazançlı köşe başlarıyla zaman harcamıştı ama daha
sonra baba mesleği olan lokantacılık işine iddialı bir giriş yaparak kendi öz
mesleğine geri dönmüştü. Nitekim kısa zamanda başarıyı yakalamış ve bütün eş
dost akrabaya “Kebap, Jeton’da yenilir!” düşüncesini layıkıyla benimsetmişti.
Ki kendisiyle tanıştığımız yer de orasıydı.
Jeton İbrahim’i toplamda üç kez
gördüm. İlki lokantasının önünde “Memleket nere kardaş?” ile başlayan ve çiğ
köfteli, beytili, künefeli biten bir patron işçi muhabbetinde. Ki bu, bizi
tanıştıran ve onu bana ilginç kılandı. İkincisi yaklaşık bir sene sonra bir
iddia bayisinde, on üç maç üzerinden oynanan ve son maçta atılan bir son dakika
golüyle yatan bahis kuponunun küfürlü ve hırsa gebe muhabbetinde. Ki bu, onun
bir bahiskolik olduğunu ve son bir yılda neredeyse servetinin yarısını
kaybettiğini öğrendiğim; her defasında, kaybettiği paranın tamamını geri almak
için niyetlenmiş ve her defasında bir kez daha yenilmiş biri olduğunu gördüğüm
zamandı. Üçüncüsü ise hemen dört ay sonra, bir belediye su tahsilât gişesinin
ağır ve gürültülü işleyen ödeme kuyruğunda. Ki bu, en acı ve en zor olandı.
&
İddia bayisinin önünde
karşılaştığımızda çok sağlıklı, iyi giyimli, dikliğinden ve diriliğinden zerre
yitirmemiş durumdaydı. Hani kendisi anlatmasa iddia falan oynadığını, ciddi
paralar kaybedip iflasın eşiğinde olduğunu ben hayatta anlayamazdım. Alışık
olduğumuz Jeton İbrahim’di işte. Fakat belediyenin su tahsilât gişesinde,
elinde buruşuk faturalarla sıra bekleyen ve ayakta durmakta dahi zorlanan son
halini görünce beynimden sarsılmışa dönmüştüm. Canlı kanlı, şen şakrak Jeton İbrahim,
bir deri bir kemiğe dönüşmüş, gözlerinin feri gözaltı torbalarının karanlık
çukurlarına gömülmüş, şakak kemiklerinden alın boşluğuna doğru beyaz ve kederli
aklar doluşmuş, elleri ayakları yorgunluktan büzüşmüş bir haldeydi. Eski halini
bilen, eski iyi günlerine tanıklık etmiş ve onu tanıyan birisi olarak onu bu
şekilde görmek, ciddi bir şok yaratmıştı bende. Dakikalarca o olup olmadığına
dikkat etmiş ve biraz daha zaman kazanmak için göz göze gelmekten kaçınmıştım. Nedense
bana daha uzun ve daha kel görünmüştü bir anda. Tanıdığım Jeton, bu değildi. Lokantasının
önünde, elinde kehribar tespihiyle oturup, sağa sola espriler dağıtan coşkulu adamın
görüntüsü hala gözlerimin önündeydi. Ne olmuş olabilirdi ki?
Fatura kuyruğu ağır ve artık
stresli işliyordu. Birkaç kere Jeton ile göz göze gelip, bakışlarımızla
birbirimizi selamlamıştık. Elinde tuttuğu faturaları gösterip bir şeyler
anlatmaya, bir şekilde neden orada olduğunu açıklamaya çalışıyordu. Benden yana bakınca gülümsüyor, sıra biraz
ilerleyince ise yine aynı mahzun haline dönüyordu. Melankolik bir ruh hali
vardı üzerinde. Tanıdık birini görmenin hoşnut tebessümünün yanında, bu halde
yakalanmış olmanın verdiği buruk bir hüzün vardı yüzünde. Geçmişin ağır ve yaralayan
hüzünlerinin zülümdar baskıları arasında yaşayan ve en zor günlerin en çetin
anlarında bile kendilerini bize hatırlatıp hala bir umudun var olduğunu hatırlatan
küçük anların, bu anlara şahitlik etmiş ve bu anları paylaşmanın eşsiz tadına
erişmiş güzel insanların sıcaklığıyla bakıyordu bana. Ben onun iyi günlerine
şahitlik etmiştim. Başkalarına anlatmak istediği eski iyi günlerinin heyecanlı
hikâyelerine tanık olmuştum ve varlığım onun için değerliydi. Kendi varlığını
onaylatırken, benimkine ihtiyaç duyabilirdi.
Faturaları ödeme işi bittikten
sonra yanıma gelmiş, iki avucuyla ellerimden tutmuş, gözlerimin içine bakmıştı.
Derin ve uzun bir bakışın ardından titrek dudaklarla bir şeyler söylemiş,
anlamadığımı görünce de bir babaya, bir büyüğe yeminler eder gibi “Bitti artık,
yemin ederim bir daha oynamayacağım” demişti. Ne diyeceğimi, nasıl
davranacağımı bilememiştim. Bir insanın hayatında sadece üç kez karşılaştığı ve
birkaç cümlelik muhabbetten başka, değerli hiçbir şey yaşamadığı bir insana
yeminler etmesi nasıl bir duyguydu? Kendi varlık sorgusuna başkalarının cılız onayını
eklemeyi tercih eden bir insan, bu zayıf sunumuyla neyi amaçlıyordu? Ya da
neden gerçek ve samimi olmayan bir nasihat cümlesine bu denli anlam yüklüyor ve
ihtiyaç duyuyordu? Muhtemelen, elinde sığınacağı başka bir yer kalmamıştı da
ondan.
Otuz yıl önce çekilen ve albümlerin
sarı zarfları arasında kararan yüzü gözü silinmiş arkadaşların, çoktan çoluğa
çocuğa karışmış eski eş dost ve akrabaların hatıralarını yaşatmaya devam
edişimizin, söylemlerin, hediyelerin, gülümsemelerin, sahillerin, şemsiyelerin,
şehirlerin ve kalabalıkların tatlı anılarını hala özleyişimizin altında yatan
neden neyse, İbrahim’in bana olan yakınlığının nedeni de oydu. İnsan, bir şey
kaybettiğinde, henüz kaybetmediğine daha çok sarılır. Korur, kollar, yüceltir…
İbrahim de öyle yapıyordu…
1 Yorumlar
Jeton İbrahim bence herkesin okuması gereken bir yazı. Çünkü hayattan alınmış gerçek bir deneyim . Kalemine sağlık çok güzel olmuş
YanıtlaSil