Çoğunluk...


Çoğunluk, Enver İleri

Küçüktüm… Kâğıttan gemiler yapma, kedinin kuyruğuna teneke bağlama yıllarımdı. Umudun zirvesinde hayaller, geleceğin ötesinde düşlerle doluydum. Ne kırmızı bisikletin büyüklüğü eksikti düşlerimden, ne bilyeli, gazoz kapaklı ceplerimin zenginliği, ne de ışıklı ayakkabımın yanar söner taze rengi; çocuktum…
Sanırım on yaşındaydım. Her sene olduğu gibi mahallemizde baharın gelişi kutlanıyordu. Heyecanlıydı herkes. Cansiperane bir telaşla koşuşturuyor, yakılacak ateş için malzemeler topluyordu. Odun, benzin, tekerlek ve diğerleri… Büyüklerin kontrolündeydi her şey. Bizim yaklaşmamız, dokunmamız ve ya herhangi bir şekilde yardım etmemiz istenmiyordu. Ne de olsa tecrübe sahibiydiler, her sene aynı işi yapıyorlardı. Yüzlerinde daha önce yapılmış ve tecrübe edilmiş bir iş yapmanın verdiği rahat bakışlar vardı. Farklı olan tek şey bizler ve taşıdığımız çocukça heyecanlardı.

Hazırlıklar kısa sürdü. Ateş yakıldı, benzinle harlandı ve halaylar, şiarlar, coşku dolu umutlarla etrafında oynanmaya başlandı. Mahallede tanıdığım, daha önce gördüğüm kim varsa kadın, erkek, çoluk, çocuk oradaydı. Büyüklerin oyunu bütün ihtişamı ve görkemiyle devam ediyordu. Memlekete döner gibi, sevgiliye gider gibi heyecanlıydı insanlar. Oynayışlar, bekleyişler, ateşe odun atışlar hep bir keyif yumağıyla yapıldı. Halaylara beraber başlandı, zılgıtlarda beraber susuldu ve sıra biz küçüklere geldi. Artık eski gücünü azaltmış, alevleri biraz daha seyrelmiş ateşin üstünden atlama sırası bizimdi. Yirmi küsür çocuktuk ve sırasıyla atlamaya başladık; tabi ben hariç. Herkes atlıyor ve sevinç çığlıkları içinde “Hadi sen de atlasana, ne bekliyorsun?” bakışları atıyordu. Oysa ben korkuyordum. Yanan ateşin büyüklüğü, çıkan dumanın karalığı korkutuyordu beni. Ama atlamam gerekti(!) çünkü oynadığımız maçlar, gizlendiğimiz saklambaçlar, acısına katlanarak beraber giriştiğimiz uzuneşekler vardı; onları riske edemezdim. Arkadaşlarım atlamıştı ve sıra bendeydi; çoğunluk bunu istiyordu… Bütün gücümü topladım, bir iki üç derken bütün hızımla koştum ve sisler içindeki karanlığa gözlerim kapalı bir şekilde atladım. Lastik, benzin ve odun kokuları sinerken içime, sıcaklığın en kesif anında o sesi işittim: zonkkkk! Gözlerimi açtığımda her tarafı alev topuna dönmüş cehennem kokulu bir tekerleğin ortasında, korkunç acılar içindeydim. Yanıyordum…

&

Onay görme arzusunun, beğenilme ve ait olma duygusunun koynunda, birbirini doğuran ve besleyen tonca nesnenin çıkmazında benzer şeyler yaşıyorduk aslında. Ortada duran güce ilgi duyuyor, davranış örüntülerimizi ona uyarlıyor, merkez yanlısı bir düzende çoğunluğun sesine uyuyorduk. Kararları veren, doğruyu belirleyen, terbiye, ahlak ve vicdan maskesinde itham ve infaz gücünü elinde bulunduran çoğunluk, hayallerimize, arzularımıza, oyun ve arkadaşlıklarımıza hükmediyor, yaşama karşı duruşumuzun, sevgiliye karşı nazikçe oturuşumuzun kalıplarını belirliyordu. Varoluşsal bir ihtiyaçtan, sorumlu hissetmeye davet eden bir inançtan besleniyor, ötekileştiren, yalnızlaştıran, kolektif bir pasifliğe götüren yüzünü unutturup, güç, başarı ve mutluluk vaat ediyordu. Çoğunluğa akıyordu insanlar… Başlarına gelebilecek soyut veya somut zararı en aza indirmek, ıssız, riskli ve belirsiz yolları terk edip, kalabalık ve garantili yollarda mutluluğa erişmek için çoğunluğu seçiyordu. Sevdiği dizileri izliyor, beğendiği markaları giyiniyor, tavsiye ettiği yaşamı benimsiyordu. Çoğunluğu seviyordu insanlar… Azınlık durumuna düşmekten, yalnız bir yaşam sürmekten, vicdanının sesine yenilmekten korkuyor; ona bağlanıyordu.
Cehennemi görmüyordu insanlar. Cezbeden bir çekicilikte karşılarında beliren soğuk gölgeli canavarı fark etmiyordu. Çekiyordu insanları çoğunluk. Güçlendiriyordu çoğunluğu insanlar. Bitenin başlayanı doğurduğu bir düzende, kişisel zincirlerin en kalını ile bağlanıyordu. Olanı sorgulamıyor, bütünü eleştirmiyor, olması gerekeni sunmuyordu. Bütünün doğruları,  bütünün yolu, bütünün inancı… Yaşamsal bir sansüre uğruyordu insanlar. Mutluluk veren bütüne bağlandıkça çözülüyor, ölü aydınlık bu ruh terbiyecisine yaslandıkça gölgeleşiyordu. Ne mi oluyordu sonunda? Kundaklanmış düşünceler, silik şahsiyetler, kayıp hikâyeler çoğalıyor; yalnız, suskun ve tek başına insanlar türüyordu. Fikrini açıklamayan, ihtiyacını söyleyemeyen, “ yeter artık, ulannnn!” diyemeyen; bana, sana, ona benzeyenler birikiyor, çoğunluk büyüyor, büyüyor, büyüyordu…

&
Nasıl oldu, oraya nasıl geldim bilmiyorum ama gözlerimi görebilecek kadar açtığımda gri bir duvarın dibinde, zılgıt, alkış ve sloganlar içinde buldum kendimi. Teskin edenler, alkışlayanlar, üzerime yapışan elbiselerimi acıtmadan soymaya çalışanlar ortasında, tarifsiz acılar içindeydim. Atladığımda karşıdan gelen çocuğu görmemiş, zifiri dumanın ortasında kafa kafaya çarpışmış ve yanan ateşin içine düşmüştüm… Etrafımdaydı şimdi herkes. Gözlerinde görüyordum kendimi. Medceziri bir ruh halinde, korku dolu bakışlar içinde ve belki de bir çocuğun verebileceği en zor kararı vermeye çalışıyordum. Yanan ateşe korkusuzca atlayan ve bunun vebalini acılarına rağmen sahiplenen bir çoğunlukta mıydım, yoksa birazdan yenilecek anne dayağından korkan yanık merhemsiz bir yalnızlık ortasında mı? Çoğunluğun ayak sesine titreyen bir korkak mıydım, yoksa yüreğinin sesine sadık bir kahraman mı?
Evet!
Karakterimi yaratacaktı bu sorular, kaderim olacaktı zaman... Ve büyüyecekti bir kez daha çocuklar…

Fotoğraf:http://yankilanirsesim.blogspot.com/2013/07/zeka-ve-sagduyu-meselesi.html

Yorum Gönder

0 Yorumlar