Küçüktüm…
Kâğıttan gemiler yapma, kedinin kuyruğuna teneke bağlama yıllarımdı. Umudun
zirvesinde hayaller, geleceğin ötesinde düşlerle doluydum. Ne kırmızı
bisikletin büyüklüğü eksikti düşlerimden, ne bilyeli, gazoz kapaklı ceplerimin
zenginliği, ne de ışıklı ayakkabımın yanar söner taze rengi; çocuktum…
Sanırım on
yaşındaydım. Her sene olduğu gibi mahallemizde baharın gelişi kutlanıyordu.
Heyecanlıydı herkes. Cansiperane bir telaşla koşuşturuyor, yakılacak ateş için
malzemeler topluyordu. Odun, benzin, tekerlek ve diğerleri… Büyüklerin
kontrolündeydi her şey. Bizim yaklaşmamız, dokunmamız ve ya herhangi bir şekilde
yardım etmemiz istenmiyordu. Ne de olsa tecrübe sahibiydiler, her sene aynı işi
yapıyorlardı. Yüzlerinde daha önce yapılmış ve tecrübe edilmiş bir iş yapmanın
verdiği rahat bakışlar vardı. Farklı olan tek şey bizler ve taşıdığımız çocukça
heyecanlardı.
Hazırlıklar
kısa sürdü. Ateş yakıldı, benzinle harlandı ve halaylar, şiarlar, coşku dolu
umutlarla etrafında oynanmaya başlandı. Mahallede tanıdığım, daha önce gördüğüm
kim varsa kadın, erkek, çoluk, çocuk oradaydı. Büyüklerin oyunu bütün ihtişamı
ve görkemiyle devam ediyordu. Memlekete döner gibi, sevgiliye gider gibi
heyecanlıydı insanlar. Oynayışlar, bekleyişler, ateşe odun atışlar hep bir
keyif yumağıyla yapıldı. Halaylara beraber başlandı, zılgıtlarda beraber
susuldu ve sıra biz küçüklere geldi. Artık eski gücünü azaltmış, alevleri biraz
daha seyrelmiş ateşin üstünden atlama sırası bizimdi. Yirmi küsür çocuktuk ve
sırasıyla atlamaya başladık; tabi ben hariç. Herkes atlıyor ve sevinç çığlıkları
içinde “Hadi sen de atlasana, ne bekliyorsun?” bakışları atıyordu. Oysa ben
korkuyordum. Yanan ateşin büyüklüğü, çıkan dumanın karalığı korkutuyordu beni.
Ama atlamam gerekti(!) çünkü oynadığımız maçlar, gizlendiğimiz saklambaçlar, acısına
katlanarak beraber giriştiğimiz uzuneşekler vardı; onları riske edemezdim.
Arkadaşlarım atlamıştı ve sıra bendeydi; çoğunluk bunu istiyordu… Bütün gücümü
topladım, bir iki üç derken bütün hızımla koştum ve sisler içindeki karanlığa
gözlerim kapalı bir şekilde atladım. Lastik, benzin ve odun kokuları sinerken
içime, sıcaklığın en kesif anında o sesi işittim: zonkkkk! Gözlerimi açtığımda
her tarafı alev topuna dönmüş cehennem kokulu bir tekerleğin ortasında, korkunç
acılar içindeydim. Yanıyordum…
&
Onay görme
arzusunun, beğenilme ve ait olma duygusunun koynunda, birbirini doğuran ve
besleyen tonca nesnenin çıkmazında benzer şeyler yaşıyorduk aslında. Ortada
duran güce ilgi duyuyor, davranış örüntülerimizi ona uyarlıyor, merkez yanlısı
bir düzende çoğunluğun sesine uyuyorduk. Kararları veren, doğruyu belirleyen,
terbiye, ahlak ve vicdan maskesinde itham ve infaz gücünü elinde bulunduran
çoğunluk, hayallerimize, arzularımıza, oyun ve arkadaşlıklarımıza hükmediyor,
yaşama karşı duruşumuzun, sevgiliye karşı nazikçe oturuşumuzun kalıplarını
belirliyordu. Varoluşsal bir ihtiyaçtan, sorumlu hissetmeye davet eden bir
inançtan besleniyor, ötekileştiren, yalnızlaştıran, kolektif bir pasifliğe
götüren yüzünü unutturup, güç, başarı ve mutluluk vaat ediyordu. Çoğunluğa akıyordu
insanlar… Başlarına gelebilecek soyut veya somut zararı en aza indirmek, ıssız,
riskli ve belirsiz yolları terk edip, kalabalık ve garantili yollarda mutluluğa
erişmek için çoğunluğu seçiyordu. Sevdiği dizileri izliyor, beğendiği markaları
giyiniyor, tavsiye ettiği yaşamı benimsiyordu. Çoğunluğu seviyordu insanlar…
Azınlık durumuna düşmekten, yalnız bir yaşam sürmekten, vicdanının sesine
yenilmekten korkuyor; ona bağlanıyordu.
Cehennemi
görmüyordu insanlar. Cezbeden bir çekicilikte karşılarında beliren soğuk
gölgeli canavarı fark etmiyordu. Çekiyordu insanları çoğunluk. Güçlendiriyordu çoğunluğu
insanlar. Bitenin başlayanı doğurduğu bir düzende, kişisel zincirlerin en
kalını ile bağlanıyordu. Olanı sorgulamıyor, bütünü eleştirmiyor, olması
gerekeni sunmuyordu. Bütünün doğruları,
bütünün yolu, bütünün inancı… Yaşamsal bir sansüre uğruyordu insanlar.
Mutluluk veren bütüne bağlandıkça çözülüyor, ölü aydınlık bu ruh terbiyecisine yaslandıkça
gölgeleşiyordu. Ne mi oluyordu sonunda? Kundaklanmış düşünceler, silik
şahsiyetler, kayıp hikâyeler çoğalıyor; yalnız, suskun ve tek başına insanlar
türüyordu. Fikrini açıklamayan, ihtiyacını söyleyemeyen, “ yeter artık, ulannnn!”
diyemeyen; bana, sana, ona benzeyenler birikiyor, çoğunluk büyüyor, büyüyor,
büyüyordu…
&
Nasıl oldu,
oraya nasıl geldim bilmiyorum ama gözlerimi görebilecek kadar açtığımda gri bir
duvarın dibinde, zılgıt, alkış ve sloganlar içinde buldum kendimi. Teskin
edenler, alkışlayanlar, üzerime yapışan elbiselerimi acıtmadan soymaya çalışanlar
ortasında, tarifsiz acılar içindeydim. Atladığımda karşıdan gelen çocuğu
görmemiş, zifiri dumanın ortasında kafa kafaya çarpışmış ve yanan ateşin içine
düşmüştüm… Etrafımdaydı şimdi herkes. Gözlerinde görüyordum kendimi. Medceziri
bir ruh halinde, korku dolu bakışlar içinde ve belki de bir çocuğun
verebileceği en zor kararı vermeye çalışıyordum. Yanan ateşe korkusuzca atlayan
ve bunun vebalini acılarına rağmen sahiplenen bir çoğunlukta mıydım, yoksa
birazdan yenilecek anne dayağından korkan yanık merhemsiz bir yalnızlık
ortasında mı? Çoğunluğun ayak sesine titreyen bir korkak mıydım, yoksa
yüreğinin sesine sadık bir kahraman mı?
Evet!
Karakterimi
yaratacaktı bu sorular, kaderim olacaktı zaman... Ve büyüyecekti bir kez daha
çocuklar…
Fotoğraf:http://yankilanirsesim.blogspot.com/2013/07/zeka-ve-sagduyu-meselesi.html
0 Yorumlar