Ben'lik Savaşı...


Benlik savaşı

Diyarbakır’da geçirdiğim son üç yılda, şehrin sunduğu güzel seçenekleri olabildiğince dolu geçirmeye çalıştığımı rahatlıkla söyleyebilirim. Film, müzik ve tiyatro festivallerine, kültür sanat ve eğitim etkinliklerine yoğun olarak gitmeye, zaman ayırmaya çalıştım. Hakkını vermek gerekir ki Diyarbakır kenti, bu anlamda çok zengin bir çeşitliliğe sahip bir şehir. Gönüllüyseniz ve bolca zamanınız varsa, her güne bir etkinlik sığdırabilir, her gün farklı bir yere gidebilirsiniz. Bazılarında doyumca eğlenebilir, bazılarında sayfalar dolusu bilgi ve deneyim toplayabilirsiniz. Beklentinizin boyutu, hayallerinizin zenginliği ve sizin çoğul yalnızlık haliniz…
&
Geçen sene, artık sonbaharın karşı konulmaz soğukluklarının uzaktan görünmeye başladığı günlerden bir cuma akşamı, yine o etkinliklerden birine katılmam için güzel bir davet almıştım.  Eski ev arkadaşımın yakın dostlarından oluşan bir grup, bir şiir dinletisine beraber gitme kararı almış ve beni de aralarında görmekten duyacakları mutluluğu davetkâr bir istekle dile getirmişlerdi. Kararımı akşam bildireceğimi söyleyip biraz zaman istemiştim. Üniversite yıllarından edindiğim bir tavırdır; katılacağım etkinliklerden önce konuyla ilgili olabildiğince bilgi toplamaya ve etkinlikten alabileceğim malzemenin neler olabileceği konusunda fikir sahibi olmaya çalışırım. Daha manidar olur böylelikle etkinlik, daha yerinde ve amaca uygun olur. İnternetten etkinliğin içeriğine bakar, katılımcı listesini inceler, daha önce katılan insanların yorumlarına bakar ve kararımı öyle veririm.
Nitekim yine öyle yaptım ve gece yarısına doğru arkadaşımı arayıp, katılabileceğimi söyledim. Yapılacak dinleti Nazım Hikmet’in sürgün şiirlerinden oluşacaktı. Sevgilisine yazdıkları, komünizm üzerine olanlar, memleket hasreti ve diğerleri… Etkinlik, Diyarbakır’ın en güzel mekânlarından biri olan tarihi Sülüklü Han’da gerçekleşecekti. Demirci ustaların tangır tungur sesleri, peynir ve yoğurt tezgâhlarının köy kokulu sergileri arasında saklanan o nazenin mekânda…
&
Ertesi gün akşam saatlerine doğru, etkinliğin başlamasına bir saat kala hepimiz hana gelmiş, ön tarafta, gidiş gelişlerden uzak bir masaya yerleşmiştik. Herhalde güzel bir yer yakalamak telaşından olsa gerek çoğu insan da bizim gibi davranmıştı. Neredeyse doluydu han. Hep beraber oturuyorduk. Daha önce de tanışık olduğumuzdan koyu bir sohbete kapılmış, etkinliğin ses sistemini ayarlamaya çalışan han görevlilerine bakıyorduk. Platon’un Devlet kitabına doğruluk kavramı ile başlamasından, Mehmet Uzun klasiklerinin neden Türkçe okunduğuna, Cahit Sıtkı ve Ahmet Arif’in hemşeriliğinden, Dünya Devrimleri Ansiklopedi’sinde Türkiye coğrafyasından tek cümlenin geçmemesine kadar birçok şey vardı muhabbetimizde. Herkes bir şeyler anlatıyor, birbirini dinliyor, çeşitli biçimlerde eleştirerek muhabbete katkı sunmaya çalışıyordu. Birbirinden değişik konular, farklı farklı dünyalarda yaşamış insanlar karışıyordu sohbetimize. Bazıları birkaç cümleye sığıyor, bazıları merak uyandırıyor, bazıları eskileri özletiyordu. Muhabbet muhabbeti açıyor, tebessümler hayretlere karışıyor; etkinlik yaklaşıyordu.
Nedendir bilinmez, bu tür sanatsal/edebi etkinliklerde herkesin entelektüel tarafı kabarır ve olduk olmadık ne varsa muhabbete malzeme yapar. ‘Ben buradayım!’, ‘ Ben de varım!’, ‘ Bak ben de bilgiliyim!’ mesajlarıyla dolu, albenisi kabarık bir söylemde, cebinde ne varsa döker ortaya. Üstün olmanın, farklı görünmenin arzusuyla, aslında hiç olmadığı bir üst kimliğe bürünür. Okunulan kitaplardan arta kalan yanlar, gezip görülmüş yerlerde yenilmiş unutulmaz tatlar, devrimci hayallerin kızıl düşlerinde anlam kazanmış illegal zamanlar hatırlanır; eskilerin yitirilmiş, yenilerin terk edilmiş yönleri sorgulanarak birkaç saatliğine de olsa mutlu olunabilecek kahramanlar yaratılır. Kimini ispat, kimini beğendirme, kimini güç gösterme çabası sevk eder bu yola ama tek gerçek vardır ki, kendini oynar herkes bu oyunda; bazen bir beden bol, bazen birkaç kalıp büyük...
Farkında olunmadan yapılan, aşağıda olma, eksik kalma, gruptan ayrışma korkularının iç huzuru öldüren bir ikilemde insanı harekete geçiren bu varoluş sergisi, herkeste bir ‘kendini gösterme’ ihtiyacı doğurur ve ardı ardına gelen övgü ve eleştiriler bir yaşamı diğerine bağlarken güçlendir. Her şey basittir aslında! Sanatsal ve kültürel bir etkinlikte konuşulanların o an’a ait olması gerekiyordur ve oyunun kuralını o an’a ait değerler oluşturuyordur. İnsanların ‘ideal’ ve ‘amaç’larındaki eksik yanlarını telafi etme çabaları, birbirinden farklı zaman ve mekâna ait yaşantıyı muhabbete taşıyor ve içsel bir ödünlemenin yarattığı tebessümlü yüzler, aynı oyunu oynarken kendi varlıklarını yüceltiyordur. Dengeleme uğraşının zirvesinde yaşamaya alışan insan, girdiği her ortama benzemeye çalışıyor, kuralına uyuyor, suyundan içiyordur. Camide dua eden dayının daha dindar, sahilde güneşlenen gencin daha çapkın görünme çabası aynı kaynaktan doğuyor, aynı ilhamla besleniyordur.
Ben, ben ve yine ben…
&
. Kimsenin kimseyi sınamadığı, kimsenin diğerini tahrik etmediği, zamanı geçirmeye yönelik her türlü oyalanmanın kabul görüldüğü birkaç saatlik dinletiden sonra nihayet etkinlik sonlandı ve mutlu mesut alkışlarla handan ayrıldık. Dolmuş durağına kadar yürüdük, birkaç cümleyle etkinliği değerlendirdik ve herkeste olanın eksiklik, yalnız bizde olanın zenginlik yarattığı gerçeği ile kendi gerçek dünyalarımıza geri döndük.
Biz mi Nazım’ı dinledik, yoksa Nazım mı bizi bilmiyorum ama o gece hepimiz, kendi oyunumuzu kazandık ve kendi ben’lerimizi yendik…

Fotoğraf:https://www.filmhafizasi.com/bir-ben-var-benden-iceri-sinema-filmlerinde-alter-ego-alternatif-benlik/

Yorum Gönder

0 Yorumlar