Ses...

Ses, Enver İleri

Bir arkadaşım vardı.“Ne zaman sahilde yürüsem, birileri şarkı söylüyor zannediyorum” derdi hep. Denizin insanlara bir şeyler sunduğunu, dalga seslerinin ardında bir köşesi hüzne dokunan anlamsız melodilerin olduğunu ve onu etkilediğini söylerdi.
 “Ne zaman buradan geçsem, geride bıraktıklarım geliyor aklıma. Eski sevgililerim, eski acılarım, yeminlerim geliyor. Dönüyorum arkama, her biri yabancı insanlar; kapatıyorum gözlerimi, tamamı bana ait sesler. Yalpalıyorum bu arafta. Zorlanıyorum bu duruma… Dinlemek istemeyip dinlemek zorunda kaldığım baba nasihatleri geliyor aklıma. Dikkat et’ler, Aman ha’lar, Sakın sakın’lar… Sevgililere edilmiş sadakat sözleri, her sene aynı gün aynı yerde ile biten arkadaş yeminleri geliyor. Oynuyor insanlarla bu deniz; alay ediyor biraz, kafa buluyor onlarla. Hatırlamak istemediğin ne varsa onu sokuyor kafana, uzaklaşmak istediğin ne varsa onu çıkarıyor karşına. Nerede beş kuruş eksik hesap vermişsin onu getiriyor, nerede birkaç küçük yalan etmişsin onu çıkarıyor. Gerçek sesler, gerçek hikâyeler, gerçek benliğin… Tırsıyorum bazen bu sesten. İnanır mısın, yalnız yakalanmaktan falan korkuyorum. Zayıf düşmekten, cevap vermekten, dinlemekten... Sen olmazsan hayatta…” derdi. “Sen olmasan, hayatta gelmem.”

Cami avlusunda yaşlı bir adamla tanışmıştım. Muhabbet etmiştik biraz. Minarede toplanan kuşların avluyu kirletmesinden, şehirlerin insanları yalnızlaştırmasından falan konuşmuştuk. İlginç, derin bir adamdı. Ayrılırken bana, aslında insanların hiçbir beklentilerini unutmadıklarını, aslında eksik kalmış hiçbir yanın zamanla onarılmadığını ve aslında özlem denen duygunun bizim sakat kalan yanlarımızla beslendiğini söylemişti. İçimizde bir ses vardı ve ona göre bu ses, eksik kalan yanlarımızı fısıldıyordu bize. Aşklarımızı, özlemlerimizi, pişmanlıklarımızı…  
“Hepimizin hayalleri, yapılması planlanan güzel şeyler üzerine binalanır. Bu hayallere küçük simgeler, masum duygular, temiz beklentiler temel oluşturur. Kırmızı bisikletler, bol yıldızlı karneler, narin sevgililer… Kimi betonunu döker bu hayallerin, kimi sıvasını üstlenir, kimi de rengini seçer. Onlardır bizi ayakta tutan. Onlar için mücadele eder, onlara ulaşmak için çabalarız bir ömür. Bazılarının peşinden yıllarca koşar, bazılarına tonca paralar harcar, bazılarına ise sadece uzaktan bakarız.  Elde eder büyür, mahrum kalır küçülürüz; öğreniriz hayatı…
Ne zaman bu avluda otursam, gözümü kapatıp şu kuşların ciyak ciyak seslerini dinlerim evlat. Onlar bana, binanın temelinde betona dökülmüş hayallerimi hatırlatır. Özgürlüğümü, kendiliğimi, bir başınalığımı… İnsanlar yalnız evlat, insanlar özlem içinde, insanlar geçmişe tutuklu. Geçmişler ise, her daim canlı ve sesi içimizde gür…”
İlk defa gittiğim bir şehrin bilmediğim bir sokağında “Ne olur bir çayımı iç!” diye gözlerimin içine bakan, gözlerinin içi yangın yeri bir adam tanımıştım. Askerliğini bizim bölgede, zor dönemlerde yapmıştı. Kırklı yaşlarda, uzunca bir adamdı. Tanıştığımızda bana uzunca sarılmış, beni iş yerine davet etmiş, ısrarla kendi sandalyesine oturmamı istemişti. “Otur, sana anlatacaklarım var!” demişti. Hatta “Lütfen otur! Ne olursun otur! Gözünü seveyim otur!” demişti. İhtiyacı vardı anlatmaya. İhtiyaç duyuyordu buna. Anlatmalıydı…
 “Sizin orada yaptım askerliğimi. Birçok operasyona katıldım orada, durum gereği birçok farklı bölgeye gittim. Birçok acı olay, birçok acılı insanla karşılaştım. Tahmin edersin. Hepsi hayatımın bir köşesinde şu an. Pişmanlık dolu bir geçmişle yaşıyorlar benimle. Alıştım onlara bir şekilde. Ama unutamadığım, her an her yerde benimle yaşayan, her gece rüyalarımda köşe bucak dolaşan bir ses var kulağımda.  Uzun uzun, korku verici, tutsak edici bir ses… On yedi yıldır tedavi görüyorum. On yedi yıldır bu sesten uzaklaşmak, hiç olmasa onla beraber yaşamaya alışmak için uğraşıyorum. Olmuyor. Her gece, başımı yastığa her koyduğumda, her objede… Uzun uzun, acı acı…
Her gece kulağımda atlar kişniyor; nal sesleri, nefes alışları, haykırışları doluşuyor beynime. İnsanı boşaltılmış ve ateşe verilmiş bir köyün, ahırlarda unutulmuş hayvanları bağırıyor içimde… Tavuklar, kuzular, atlar, eşekler… Yardım bekliyorlar, feryat ediyorlar, bağırıyorlar durmadan... Başımı yastığa her koyduğumda yirmi yaşında bir genç oluyorum on yedi yıldır. On yedi yıldır her gece o köye gidiyorum. O hayvanları kurtarıyorum. Onlardan özür diliyorum teker teker. Yaralarını sarıyorum, gözyaşlarını siliyorum, sarmalıyorum.
İçimde, bana asıl beni anlatmayı görev edinmiş bir ses var. Bu ses geçmişime tıkalı ve ben her gece bu sesten af diliyorum…”
Son on yılda servetler yitirmiş, iddia kuponlarının ardında hayatının geri kalanını bırakmış ve inadına oynamaya devam eden bir komşum olmuştu. “İçimdeki ses, bu defa olacak diyor!” derdi her karşılaşmamızda. Her sabah umutlu, her akşam hüzünlü bir adamdı… Korna sesi duyunca küfretmeye başlayan bir bakkal tanımıştım… Ezan sesi duyunca olduğu yerde hareketsizleşen ve sesin son anına kadar ölen eşini anan yaşlı bir kadın görmüştüm… Siren sesi duyunca titremeye başlayan, şimşek sesi duyunca gözlerini kapatan, rüzgâr sesinde dünyanın en büyük huzurunu tadan birçok güzel insan tanımıştım hayatımda. Her birinin hayatında, yaşamlarının önüne geçmeye alışık, hayatlarının bir köşesinde canlı tuttukları bir ses vardı. Bu ses onlara geçmişlerini fısıldıyordu. Bu ses onlara eksik kalan yanlarını hatırlatıyordu. Bazen aykırı, bazen coşkulu, bazen anlamsız bir tonda saklı kaldıkları, kaçtıkları, ait oldukları yanlarını anımsatıyordu.  Bu ses kendi gerçekleriydi. Bu ses çıplak benlikleriydi. Bu ses esir düştükleri yerlerdi.
Bir ses vardı hayatında her insanın; bazen oldukça zayıf, bazen olabildiğinde kalabalık ama sürekli…

Fotoğraf:https://www.uniqmagazine.com/tr/content-details/ic-ses.html?I=2450

Yorum Gönder

1 Yorumlar