Bir
arkadaşım vardı.“Ne zaman sahilde yürüsem, birileri şarkı söylüyor
zannediyorum” derdi hep. Denizin insanlara bir şeyler sunduğunu, dalga
seslerinin ardında bir köşesi hüzne dokunan anlamsız melodilerin olduğunu ve
onu etkilediğini söylerdi.
“Ne zaman buradan geçsem, geride bıraktıklarım
geliyor aklıma. Eski sevgililerim, eski acılarım, yeminlerim geliyor. Dönüyorum
arkama, her biri yabancı insanlar; kapatıyorum gözlerimi, tamamı bana ait
sesler. Yalpalıyorum bu arafta. Zorlanıyorum bu duruma… Dinlemek istemeyip
dinlemek zorunda kaldığım baba nasihatleri geliyor aklıma. Dikkat et’ler, Aman
ha’lar, Sakın sakın’lar… Sevgililere edilmiş sadakat sözleri, her sene aynı gün
aynı yerde ile biten arkadaş yeminleri geliyor. Oynuyor insanlarla bu deniz; alay
ediyor biraz, kafa buluyor onlarla. Hatırlamak istemediğin ne varsa onu sokuyor
kafana, uzaklaşmak istediğin ne varsa onu çıkarıyor karşına. Nerede beş kuruş
eksik hesap vermişsin onu getiriyor, nerede birkaç küçük yalan etmişsin onu
çıkarıyor. Gerçek sesler, gerçek hikâyeler, gerçek benliğin… Tırsıyorum bazen
bu sesten. İnanır mısın, yalnız yakalanmaktan falan korkuyorum. Zayıf düşmekten,
cevap vermekten, dinlemekten... Sen olmazsan hayatta…” derdi. “Sen olmasan,
hayatta gelmem.”
Cami
avlusunda yaşlı bir adamla tanışmıştım. Muhabbet etmiştik biraz. Minarede
toplanan kuşların avluyu kirletmesinden, şehirlerin insanları yalnızlaştırmasından
falan konuşmuştuk. İlginç, derin bir adamdı. Ayrılırken bana, aslında
insanların hiçbir beklentilerini unutmadıklarını, aslında eksik kalmış hiçbir
yanın zamanla onarılmadığını ve aslında özlem denen duygunun bizim sakat kalan
yanlarımızla beslendiğini söylemişti. İçimizde bir ses vardı ve ona göre bu
ses, eksik kalan yanlarımızı fısıldıyordu bize. Aşklarımızı, özlemlerimizi,
pişmanlıklarımızı…
“Hepimizin
hayalleri, yapılması planlanan güzel şeyler üzerine binalanır. Bu hayallere
küçük simgeler, masum duygular, temiz beklentiler temel oluşturur. Kırmızı
bisikletler, bol yıldızlı karneler, narin sevgililer… Kimi betonunu döker bu
hayallerin, kimi sıvasını üstlenir, kimi de rengini seçer. Onlardır bizi ayakta
tutan. Onlar için mücadele eder, onlara ulaşmak için çabalarız bir ömür. Bazılarının
peşinden yıllarca koşar, bazılarına tonca paralar harcar, bazılarına ise sadece
uzaktan bakarız. Elde eder büyür, mahrum
kalır küçülürüz; öğreniriz hayatı…
Ne
zaman bu avluda otursam, gözümü kapatıp şu kuşların ciyak ciyak seslerini
dinlerim evlat. Onlar bana, binanın temelinde betona dökülmüş hayallerimi
hatırlatır. Özgürlüğümü, kendiliğimi, bir başınalığımı… İnsanlar yalnız evlat, insanlar
özlem içinde, insanlar geçmişe tutuklu. Geçmişler ise, her daim canlı ve sesi
içimizde gür…”
İlk
defa gittiğim bir şehrin bilmediğim bir sokağında “Ne olur bir çayımı iç!” diye
gözlerimin içine bakan, gözlerinin içi yangın yeri bir adam tanımıştım.
Askerliğini bizim bölgede, zor dönemlerde yapmıştı. Kırklı yaşlarda, uzunca bir
adamdı. Tanıştığımızda bana uzunca sarılmış, beni iş yerine davet etmiş,
ısrarla kendi sandalyesine oturmamı istemişti. “Otur, sana anlatacaklarım var!”
demişti. Hatta “Lütfen otur! Ne olursun otur! Gözünü seveyim otur!” demişti.
İhtiyacı vardı anlatmaya. İhtiyaç duyuyordu buna. Anlatmalıydı…
“Sizin orada yaptım askerliğimi. Birçok
operasyona katıldım orada, durum gereği birçok farklı bölgeye gittim. Birçok
acı olay, birçok acılı insanla karşılaştım. Tahmin edersin. Hepsi hayatımın bir
köşesinde şu an. Pişmanlık dolu bir geçmişle yaşıyorlar benimle. Alıştım onlara
bir şekilde. Ama unutamadığım, her an her yerde benimle yaşayan, her gece
rüyalarımda köşe bucak dolaşan bir ses var kulağımda. Uzun uzun, korku verici, tutsak edici bir
ses… On yedi yıldır tedavi görüyorum. On yedi yıldır bu sesten uzaklaşmak, hiç
olmasa onla beraber yaşamaya alışmak için uğraşıyorum. Olmuyor. Her gece,
başımı yastığa her koyduğumda, her objede… Uzun uzun, acı acı…
Her
gece kulağımda atlar kişniyor; nal sesleri, nefes alışları, haykırışları
doluşuyor beynime. İnsanı boşaltılmış ve ateşe verilmiş bir köyün, ahırlarda
unutulmuş hayvanları bağırıyor içimde… Tavuklar, kuzular, atlar, eşekler… Yardım
bekliyorlar, feryat ediyorlar, bağırıyorlar durmadan... Başımı yastığa her
koyduğumda yirmi yaşında bir genç oluyorum on yedi yıldır. On yedi yıldır her
gece o köye gidiyorum. O hayvanları kurtarıyorum. Onlardan özür diliyorum teker
teker. Yaralarını sarıyorum, gözyaşlarını siliyorum, sarmalıyorum.
İçimde,
bana asıl beni anlatmayı görev edinmiş bir ses var. Bu ses geçmişime tıkalı ve
ben her gece bu sesten af diliyorum…”
Son
on yılda servetler yitirmiş, iddia kuponlarının ardında hayatının geri kalanını
bırakmış ve inadına oynamaya devam eden bir komşum olmuştu. “İçimdeki ses, bu
defa olacak diyor!” derdi her karşılaşmamızda. Her sabah umutlu, her akşam
hüzünlü bir adamdı… Korna sesi duyunca küfretmeye başlayan bir bakkal tanımıştım…
Ezan sesi duyunca olduğu yerde hareketsizleşen ve sesin son anına kadar ölen
eşini anan yaşlı bir kadın görmüştüm… Siren sesi duyunca titremeye başlayan,
şimşek sesi duyunca gözlerini kapatan, rüzgâr sesinde dünyanın en büyük
huzurunu tadan birçok güzel insan tanımıştım hayatımda. Her birinin hayatında,
yaşamlarının önüne geçmeye alışık, hayatlarının bir köşesinde canlı tuttukları
bir ses vardı. Bu ses onlara geçmişlerini fısıldıyordu. Bu ses onlara eksik
kalan yanlarını hatırlatıyordu. Bazen aykırı, bazen coşkulu, bazen anlamsız bir
tonda saklı kaldıkları, kaçtıkları, ait oldukları yanlarını anımsatıyordu. Bu ses kendi gerçekleriydi. Bu ses çıplak
benlikleriydi. Bu ses esir düştükleri yerlerdi.
Bir ses vardı hayatında
her insanın; bazen oldukça zayıf, bazen olabildiğinde kalabalık ama sürekli…Fotoğraf:https://www.uniqmagazine.com/tr/content-details/ic-ses.html?I=2450
1 Yorumlar
Kalemine sağlık kardeşim
YanıtlaSil