Kısa
gündüzlerin başladığı, soğuğun kapıdan artık ufak ufak baktığı günlerden
biriydi. Yine bir şeyler yazma derdindeydim. Masamda suyum, her ihtimale karşı
mumlarım ve duvara yapışık onlarca yapıştırma notum hazır bulunuyordu. Kış üzerine
bir yazı yazıyordum. Kışın gelişini, insanların, hayvanların, yemeklerin,
elbiselerin değişmesini yazıyordum. Hafiften fon müziği olur ve beni kışa biraz
daha yaklaştırır niyetiyle internetten yağmur sesi dinliyordum. Doğadan, olduğu
gibi, tüm orijinal haliyle kaydedilmiş, akışıyla, gürültüsüyle, baloncuk
sesleriyle capcanlı bir şekilde yağmur sesi… Hem beni konunun manevi doğasına
biraz daha yaklaştırıyor hem de yazılası kış günlerinden öteye sarkan anılarımı
yeni baştan sunuyordu yağmur sesi… Babamın “Baran
bereketa xwedé ye law!”sözünü hatırlıyor, yazdıklarıma verdiği bereketi
düşünerek yedi iklim yedi dünya dolaşıyordum.
Kışın gelişinin
doğurduğu lacivert matemi, capcanlı umutlar yüklü firuze tonlara değişmeyi
anlatan yazıyı bir saatten az sürede tamamladım. Çeşitli eksiklikler, noktalama
ve zaman yanlışlıklarını en aza indirmek ve nasıl olduğuna bakmak için yazıyı
yeni baştan okumaya başladım. Okumamın sonlarına doğru dinlediğim yağmur
sesinde ani bir değişim hissettim. Daha bir yoğun, daha yakın, biraz daha kalabalık
geldi kulağıma. “Ne kadar da yakın geliyor insana… Helal olsun valla…” gibi
düşünceler içindeyken biran yüzümü pencereye doğru yönelttim ve o an
“rastlantı” denilen kavram ile mükemmel bir tanışma geçirdim… Yağmur yağıyordu…
Ama nasıl bir canlı… Ama nasıl bir gürültülü… Ama nasıl narin…
Önceden
kestirilemeyen, isteğe, kurala veya belli bir sebebe dayanmaksızın bir olayın
ortaya çıkması durumu olarak tanımlanan rastlantıyı o gün bütün çıplaklığıyla
yaşadım. İzahı yapılamayan, gelişigüzel karşımıza çıkan; en anlatılası, en
yaşanılası durumlarda anlık bir empatiyle yanı başımızda beliren; hayatı
şekillendiren, tanımlanamaz enstantanelerden oluşan bu yoğun ve kısa duygulanım
halini o gün sahiplendim. Bazen bir işaret, bazen bir yol ama en çok da soru işareti
olan ve aşk gibi, sevgi gibi, dostluk gibi herkesin kendince yorumladığı bu
yeni kavramı en çok o gün gövdelendim…
Bir şekilde
her zaman ve her yerde olan bu basit ötesi durum anlamsızlığın devrimci isyan
ruhunu taşıyor bedeninde. Rahat bırakmıyor insanı. Sorgu ister bir çekicilik
taşıyor esvabında. Ki bu yüzden vardır herkesin kendince onunla ilgili bir
tasviri. “Her şey rastlantıdır. Özünde sevgi ve nefret vardır. Nefret ayırır,
sevgi birleştirir” diyen Empedokles’in yanında “Tanrı zar atmaz” diyen Einstein
olduğu gibi “Zorunluluk anlayışı, doğadan tüm tesadüfleri ayıklama çabasıdır”
diyen Newton yanında “Rastlantı-tesadüf yoktur” diyen ve her şeyi ilahi irade
yasaları dâhilinde neden sonuç ilişkisinde açıklayan İslam felsefesi bulunuyor.
Hatta İbranicede karşılığı bile yok bu kelimenin. Fizikte gerçekleşme olasılığı
ihmal edilecek kadar düşük bir durumdan oluşuyor. Tanrının göz kırpışları
olarak görenler, yaşamın yapı taşları olarak kabul edenler veya kör ve etkili
bir güç gibi sahiplenenler; herkesin oluyor bir şekilde, çağalınca anlam
kazanan bu yol kesişimi hakkında bir fikri. Ama kimse tam olarak koyamıyor
adını…
&
Kısa
gündüzlerin iyice kısaldığı, soğuğun kapıdan, penceren, havalandırma
boşluklarından içeri doğru aktığı gecelerden biriydi. Birkaç güzel arkadaş ile
cemali gülden güzel sohbetler içindeydik.
Sıcağın iklimine kapılmış titrek harfler tüketiyorduk; aşktan,
edebiyattan, siyasetten… Nerden geldi
nasıl belirdi bilmiyorum konu Yezidilerin efsanevi hikâyesi Derwéşé Evdî’ye
geldi. Viranşehir ovasından Şengal dağına uzanan, aşkları, inançları,
dostlukları sorgulayan, kahramanlıkların en koyusunu sunan hikâye… Önce şiirler
okundu, alıntılar paylaşıldı, hikâyenin parçaları birleştirilmeye başlandı;
yiğitlikler, ihanetler, sadelikler, intikam çabaları, inadına sevdalar,
halklar, kimlikler, inançlar ve ölümlerin doğurduğu yaşamlar… Birer birer
tanelendi tespihte yaşamlar ve geceye özlü anlamlar yükleyerek, hepimizi biraz
kendisine benzeterek sonlandı hikâye.
Her birimizin
cebinde nice güzellikler taşıyarak sonlandırdığı hurili gecenin sabahında işe
gitmek için dışarı çıkmıştım. Her zamanki gibi ilçe otogarına kadar yürümüş ve
bekleyen ilk arabaya, arabanın ön tarafına binmiştim. Nedense aklım hala dün
akşamki sohbetin iklimindeydi, hala o anı düşünüyordum. Birden aklıma Derwéşé
Evdî hikâyesini anlatan Delil Dilanar’ın seslendirdiği “Derwéşo” parçası
gelmişti. Uzun uzadıya, efsanevi bir
edayla muhteşem yorumlanmış o muhteşem parça. “ Telefonumda olsaydı keşke, ne
güzel olurdu şimdi!” düşüncesiyle doluyken her yanım, şoför radyoyu açan
düğmeye elini götürdü ve o ilk ses bana yaşamın güzelliğini yeni baştan
hatırlattı; Delalé mîn way delal… Delalé
mîn way delal… Wez neminîm, wez neminîm lo Derwéşo…
İçimdeki ses
artık tüm dolmuşa yayılıyordu…
Fotoğraf:https://www.pinterest.com/pin/24699497939577154/?nic_v1=1aoeySIrQ0FIhmYSrd%2FOfVIoHH8%2FygYDz8bQHgoAwdJgrt3823qTPczIYQsRsfY4MB
Fotoğraf:https://www.pinterest.com/pin/24699497939577154/?nic_v1=1aoeySIrQ0FIhmYSrd%2FOfVIoHH8%2FygYDz8bQHgoAwdJgrt3823qTPczIYQsRsfY4MB
0 Yorumlar