Molotof...


Molotof, Enver İleri

Uzun ve bıkkınlık verici sıcaklıkların iyicene başladığı, bunaltıcı sıcaklardan insanların köşe bucak kaçtığı, rüzgârlı bir yaz günüydü. Suriye tarafından gelen ve adeta bir fön makinesinden üflenircesine insanın yüzüne çarpan sıcak hava,  gözleri yakan, ağızları kurutan, insanların nefes almasını, konuşmasını, hareket etmesini zorlaştıran bir yoğunluktaydı. Tepede biriken bulutlar, ellileri bulmuş sıcaklık derecesi ve dışarı çıkmak zorunda olan insanların off’lu puff’lu içlenmeleriyle dolu bir gündü. Biriken faturaları ödemek, söz verdiğim birkaç arkadaşı görmek ve uzun zamandır görmediğimden, çarşı pazar biraz gezmek için çıktığım dışarıdan, sıcak ve bunaltıcı havaya daha fazla dayanamayarak dönme kararı almış ve gelen ilk dolmuşa binerek evin yolunu tutmuştum.  Evin yakınında, yol üstünde inmiş, adeta adım adım sayarak klimalı cennetimin huzur verici iklimine doğru yürümeye başlamıştım. Sıcak havada dışarıda hiç kimsenin olmadığını düşünüyordum. Ta ki, onu fark edene kadar…

Bizim sokağın tam köşesine konulmuş tandırın yanında onlu yaşlarda bir erkek çocuğu duruyordu. Kısa boylu, kısa saçlı, zayıf bir çocuk... Her tarafı toz duman içinde, durmadan etrafında dönüyor ve ara ara yere eğilip bir toz bulutu şeklinde tekrar doğruluyordu. Merak edip yanına yaklaştım ve bunu neden yaptığını, maksadının ne olduğunu öğrenmek istedim. Çünkü yaptığı şey garipti. Elinde silindir şeklinde boş bir silikon şişesi vardı ve tandır küllerinden doldura doldura kafasının üstüne, adeta bir semazen gibi dönerek boşaltıyordu.  O kadar mutlu ve o kadar kendinceydi ki bu seremoni, ne sıcaklık engel teşkil ediyordu, ne kirlenmiş olmak, ne de akşam yenilecek anne dayağı… Sormam gerekiyordu bu durumu, öğrenmem gerekiyordu... Ölü tutkular ardına sürüklenmiş ve şimdi içi bomboş hayallerle dolu çocukluğuma benzeyen bu çocuğu tanımam gerekiyordu. Yanına yaklaştım ve ne yaptığını sordum.  Çocuk doğruldu, gülümsedi ve kalbime kuşlar konduran sesiyle “Sis bombası oynuyorum abi…” dedi.
Dondum adeta… Akıllı, uslu insan sesleri arasında “normal” davranışlar sergileme zorunluluğunda bıraktığımız ve önce gözlerini, sonra incecik yüzlerini unuttuğumuz çocuklarımızın, çocukluk kavramı ile çocuk olma gerçeklikleri arasına sıkışmış ince/narin bedenlerini gördüm karşımda. Coğrafyanın sunduğu malzemede kendi küçük dünyasıyla yaşamaya, kalabalık tutsağı bir düzende kendi oyununu oynamaya çalışan çocukları gördüm. Önce toprağı almıştık ellerinden; koştukları, kovaladıkları, düştükleri, sonra sokakları almıştık; saklandıkları, sobelendikleri, seke seke geçtikleri ve topları almıştık, ipleri, salıncakları, topaç ve sapanları… Yok etmiştik dünyalarını, eksiltmiştik birer birer.  Şimdi karşımda canlı kanlı gövdesiyle duran ve dünyanın hiçbirimizin uzağında olmadığını bana hatırlatan bu çocuk, unuttuklarımız, eksilttiklerimiz, umursamadıklarımızdı aslında. Kurduğumuz binalar, betonlar döşeyip boşalttığımız sokaklarda yitirdiklerimizdi. Uzuneşekler, birdirbirler, yakan toplar; çelik çomaklar, misketler, körebelerimizdi.
Bir çocuğun dünyasıydı oyun. Hırsın, kazancın, karşılıklı mücadelenin alanıydı. Uzlaşmalı kuralların kurmaca düzeninde hayat bulmuş, yaşam özeti bir eğlence aracıydı. Kuralların amaca göre şekillendiği, her çocuğun evrensel bir dilde birleştiği özgürlükçü, muhalif, kurnaz ve sistem dışı bir empati pratiğiydi. Önemliydi oyunlar, yaşamsaldı, değerliydi… Bir çocuğun oyuncakla kurduğu ilişki kendi yaşam pratiği, kendi özgürlük alanı, kendi gerçekliği idi. Her oyun toplumsal bir rol, her başarı bir varoluş sınırı demekti. Evcilik oyununda aile rolleri öğreniliyor, doktorculuk oyununda ilaç, iğne korkuları yeniliyordu. Duyguları ifade etmeye, problemler çözmeye, saygılı ve kabul edici bir duyusallığa bürünmeye yarıyordu. Sembolik kurallar, cansız, ölü varlıklar değildi oyunlar. Bizimle olan, bizimle yaşayan değerlerdi…

&

Artık dayanamayarak kolundan tuttum ve elindeki silikon şişesini alarak saçlarına, kirpiklerine, kulak arkalarına birikmiş tozu torağı ellerimle silmeye, üstünü başını biraz olsun temizlemeye çalıştım. Hala oyunda gibiydi. Sanki bu oyunda o kirlenen, ben ise sokaktan geçerken onu temizlemeye çalışan adamı oynuyordum. O kadar masum ve o kadar kendinceydi ki, ne bir ses çıkarıyor, ne itiraz ediyor, ne de yabancı/korkak bakışlara sığınıp benden uzaklaşıyordu. An’a aitti tamamen, an’ı yaşıyordu... Nasıl imrendiğimi, nasıl kıskandığımı anlatamam… Gözlerinin içine baktım ve neden bu oyunu oynadığını, neden başka oyunlar oynamadığını merakla sordum. Doğruldu, gülümsedi ve belki de bir çocuğun verebileceği en masum cevabı vererek; “Bir de molotof var abe, ama o yalnız oynanmıyor…” dedi.
Üşüyordum artık, yenilmiştim…

Fotoğraf:https://www.edebiyatdefteri.com/siir/1192745/acimasizdir-bazen-siir.html

Yorum Gönder

0 Yorumlar