Uzun ve
bıkkınlık verici sıcaklıkların iyicene başladığı, bunaltıcı sıcaklardan insanların
köşe bucak kaçtığı, rüzgârlı bir yaz günüydü. Suriye tarafından gelen ve adeta
bir fön makinesinden üflenircesine insanın yüzüne çarpan sıcak hava, gözleri yakan, ağızları kurutan, insanların
nefes almasını, konuşmasını, hareket etmesini zorlaştıran bir yoğunluktaydı. Tepede
biriken bulutlar, ellileri bulmuş sıcaklık derecesi ve dışarı çıkmak zorunda
olan insanların off’lu puff’lu içlenmeleriyle dolu bir gündü. Biriken
faturaları ödemek, söz verdiğim birkaç arkadaşı görmek ve uzun zamandır
görmediğimden, çarşı pazar biraz gezmek için çıktığım dışarıdan, sıcak ve
bunaltıcı havaya daha fazla dayanamayarak dönme kararı almış ve gelen ilk dolmuşa
binerek evin yolunu tutmuştum. Evin yakınında,
yol üstünde inmiş, adeta adım adım sayarak klimalı cennetimin huzur verici
iklimine doğru yürümeye başlamıştım. Sıcak havada dışarıda hiç kimsenin
olmadığını düşünüyordum. Ta ki, onu fark edene kadar…
Bizim sokağın
tam köşesine konulmuş tandırın yanında onlu yaşlarda bir erkek çocuğu
duruyordu. Kısa boylu, kısa saçlı, zayıf bir çocuk... Her tarafı toz duman
içinde, durmadan etrafında dönüyor ve ara ara yere eğilip bir toz bulutu
şeklinde tekrar doğruluyordu. Merak edip yanına yaklaştım ve bunu neden
yaptığını, maksadının ne olduğunu öğrenmek istedim. Çünkü yaptığı şey garipti.
Elinde silindir şeklinde boş bir silikon şişesi vardı ve tandır küllerinden
doldura doldura kafasının üstüne, adeta bir semazen gibi dönerek boşaltıyordu. O kadar mutlu ve o kadar kendinceydi ki bu
seremoni, ne sıcaklık engel teşkil ediyordu, ne kirlenmiş olmak, ne de akşam
yenilecek anne dayağı… Sormam gerekiyordu bu durumu, öğrenmem gerekiyordu... Ölü
tutkular ardına sürüklenmiş ve şimdi içi bomboş hayallerle dolu çocukluğuma
benzeyen bu çocuğu tanımam gerekiyordu. Yanına yaklaştım ve ne yaptığını
sordum. Çocuk doğruldu, gülümsedi ve
kalbime kuşlar konduran sesiyle “Sis bombası oynuyorum abi…” dedi.
Dondum adeta…
Akıllı, uslu insan sesleri arasında “normal” davranışlar sergileme
zorunluluğunda bıraktığımız ve önce gözlerini, sonra incecik yüzlerini
unuttuğumuz çocuklarımızın, çocukluk kavramı ile çocuk olma gerçeklikleri
arasına sıkışmış ince/narin bedenlerini gördüm karşımda. Coğrafyanın sunduğu
malzemede kendi küçük dünyasıyla yaşamaya, kalabalık tutsağı bir düzende kendi
oyununu oynamaya çalışan çocukları gördüm. Önce toprağı almıştık ellerinden;
koştukları, kovaladıkları, düştükleri, sonra sokakları almıştık; saklandıkları,
sobelendikleri, seke seke geçtikleri ve topları almıştık, ipleri, salıncakları,
topaç ve sapanları… Yok etmiştik dünyalarını, eksiltmiştik birer birer. Şimdi karşımda canlı kanlı gövdesiyle duran ve
dünyanın hiçbirimizin uzağında olmadığını bana hatırlatan bu çocuk, unuttuklarımız,
eksilttiklerimiz, umursamadıklarımızdı aslında. Kurduğumuz binalar, betonlar
döşeyip boşalttığımız sokaklarda yitirdiklerimizdi. Uzuneşekler, birdirbirler,
yakan toplar; çelik çomaklar, misketler, körebelerimizdi.
Bir çocuğun
dünyasıydı oyun. Hırsın, kazancın, karşılıklı mücadelenin alanıydı. Uzlaşmalı kuralların
kurmaca düzeninde hayat bulmuş, yaşam özeti bir eğlence aracıydı. Kuralların
amaca göre şekillendiği, her çocuğun evrensel bir dilde birleştiği özgürlükçü,
muhalif, kurnaz ve sistem dışı bir empati pratiğiydi. Önemliydi oyunlar,
yaşamsaldı, değerliydi… Bir çocuğun oyuncakla kurduğu ilişki kendi yaşam
pratiği, kendi özgürlük alanı, kendi gerçekliği idi. Her oyun toplumsal bir
rol, her başarı bir varoluş sınırı demekti. Evcilik oyununda aile rolleri
öğreniliyor, doktorculuk oyununda ilaç, iğne korkuları yeniliyordu. Duyguları
ifade etmeye, problemler çözmeye, saygılı ve kabul edici bir duyusallığa
bürünmeye yarıyordu. Sembolik kurallar, cansız, ölü varlıklar değildi oyunlar. Bizimle
olan, bizimle yaşayan değerlerdi…
&
Artık
dayanamayarak kolundan tuttum ve elindeki silikon şişesini alarak saçlarına,
kirpiklerine, kulak arkalarına birikmiş tozu torağı ellerimle silmeye, üstünü
başını biraz olsun temizlemeye çalıştım. Hala oyunda gibiydi. Sanki bu oyunda o
kirlenen, ben ise sokaktan geçerken onu temizlemeye çalışan adamı oynuyordum. O
kadar masum ve o kadar kendinceydi ki, ne bir ses çıkarıyor, ne itiraz ediyor,
ne de yabancı/korkak bakışlara sığınıp benden uzaklaşıyordu. An’a aitti
tamamen, an’ı yaşıyordu... Nasıl imrendiğimi, nasıl kıskandığımı anlatamam… Gözlerinin
içine baktım ve neden bu oyunu oynadığını, neden başka oyunlar oynamadığını merakla
sordum. Doğruldu, gülümsedi ve belki de bir çocuğun verebileceği en masum
cevabı vererek; “Bir de molotof var abe, ama o yalnız oynanmıyor…” dedi.
Üşüyordum
artık, yenilmiştim…
Fotoğraf:https://www.edebiyatdefteri.com/siir/1192745/acimasizdir-bazen-siir.html
Fotoğraf:https://www.edebiyatdefteri.com/siir/1192745/acimasizdir-bazen-siir.html
0 Yorumlar