Kışın
gelişini seviyorum… Mevsimlerin yer değiştirmesini, canlıların, doğanın, davranışların
değişmesini seviyorum… Yaşamın devam ettiğini, mücadelesiz, emek harcamadan,
bir şeyleri yenilemeden yaşamanın imkânsızlığını sunuyor bu mevsim geçişleri
insana. Bak, diyor… Dünya dönüyor. Dünya dünü geride bırakıyor. Aşklarını,
acılarını, özlemlerini, özleyişlerini… Dünya seni değişime davet ediyor.
Gökyüzü değişiyor… Su değişiyor… Yemekler değişiyor… Değişim seni hortumuna
çekiyor. İlginç geliyor bu başkalaşım durumu.
Gücün kadar karşı koyuyorsun, cebindekiler kadar dayanıyorsun, mücadele
ediyorsun, savaşıyorsun… Ve teslim oluyorsun sonunda… Kuşların gittiği,
yaprakların çekildiği, hayvanların inlerinde uykulara girdiği bir zamanda, sen özlemlere
dalıyorsun. “Bir bahar gelse güllü gülistanlı” diyorsun; için titriyor. Canın çorba çekiyor birden…
Dışarı kaçıyorsun. İliklerine kadar soğuğu tadıyorsun ilk adımda. Mevsim
normallerinin üzerinde bir yalnızlıkla karşılaşıyorsun. İnsanlar görüyorsun
aceleci, cılız, ürkek… Herkes kendi yalnızlığında, herkes insansız kentler
modunda. Bir lokanta görüyorsun sıcaklığını camlarındaki buğuda resmeden.
Duruyorsun… Sisler arasında, içerde çorba olup olmadığına bakıyorsun. İçerden
bir el işaret ediyor seni “gel gel” diye… İçeri geçiyorsun… İnsanların acemi
çıplaklıkları çarpıyor yüzüne. Sıcağa deniz bile yaklaşır diyen dervişi
hatırlıyorsun, için ısınıyor aniden. Beklerken ısınıyor; ısındıkça değişiyor;
herkesleşiyorsun…
Çorban
geliyor…
Önünde,
bütün sıcaklığıyla, envai çeşit baharatıyla duran çorban duruşunda hayallerini
sunuyor… Yapacaklarını, yapman gerekenleri, yaparsan iyi olur’ları, asla
yapamazsın’ları, durma devam et’leri, boş ver sal gitsin’leri sunuyor… Bunu
fark etmen uzun sürmüyor. Az önce yaşadığın keskin hava değişimi etrafındaki
uyarıcılara dikkatini artırıyor, duyumunu yükseltiyor. İdrak gücün, kavrama
yeteneğin, arzularının dilini çözüyor ve “ne yapmak istiyorum” sorusunu,
karşında duran ve her tarafı oturulmaktan eskiyen tabureye oturtuyor. Bir adam
silueti beliriyor karşında, bir şeylere benzetiyorsun onu. Gariplikler
taşıdığını fark ediyorsun bedeninde. Bu dikkatini çekiyor. Daha dikkatli
bakıyorsun. Karşında hayat hayal karışımı duran adam adeta ortadan ikiye
bölünmüş iki farklı adamın birleşiminden oluşuyor. Saçlarına bakıyorsun ilkin.
Tam ortadan ikiye ayrılmış, bir tarafı düzgün kesimli, taralı, dimdik ayakta;
bir tarafı ak ak olmuş, bir kısmı dökülmüş, bakımsız duruyor. Alnın bir tarafı
nemli, düzgün; bir tarafı kuru ve çatlaklarla dolu. Kaşların bir tarafı dimdik
ve canlı; bir tarafı yatık ve bembeyaz… Karşında derviş duruşuyla oturan adam
yaşamın iki dengesini üzerinde taşıyor adeta. Gittikçe daha fazla dikkat
çekiyor. Gözlerine bakıyorsun. Biri çakmak çakmak, rengârenk ve olabildiğince
canlı; birisi yarıya kadar neredeyse kapalı, yorgun ve isteksiz. Omuzları,
bedeni, kolları, beli, bacakları, ayakları; her haliyle iki farklı insan…
Cebinde
yedek sevinçler taşıyan bu dilsiz, dudaksız, lal adamı sıradan bir günün
takvime yansıması olarak görmüyor ve sahipleniyorsun… Bazen yakının bütünü
gösteremediğini, her hikâyenin biraz bizi anlattığını, her insanın bazen
tesadüfe inandığını düşünüp kurtuluyorsun sarmal düzen korkulardan,
endişelerden, kaygılardan… Etrafına doluşan matem lacivert hava yavaşça firuze
tonuna; umudun ve hayalin moduna dönüşüyor. Yağmurun üzerini örttüğü,
yalnızlığın oyuncağına dönmüş tüm saklı yanların amuda kalkıyor. Başarısız bir
intihar girişimine benzeyen ruh halinden sıyrılıp suyun kaderini yatağı
belirler düşüncesine geliyorsun. Adama baktıkça kendini görüyor, baktıkça
kendini tanıyorsun…
Asıl
meseleleri kaçırmamıza neden olan şeyler geliyor aklına… Gülmenin dosta ikram,
düşmana darbe oluşu geliyor. Talan edilmiş sevgililer, devrimci dayanışma yüklü
idealler, karanlığa anne diyen kimseler, hizaya girmiş hazırolda ruhlar,
hayalin kelimesi ‘keşke’ye sığınmış insanlar…
Deli fişek hüzünler dolu ‘hoşçakal’lar,
esrik bir bedende teskin edilemeyen acılar… Mor deri bir ceket giymek
geçiyor içinden; kestane şekeri tadında, uyumuş tırtıl masumiyetinde bir çocuk
olmak geçiyor. Yeniden yaratmak istiyorsun karşındaki adamı. Yalnızlık oyuncağı
ruh halinden kurtulup, hayat mandalı insan erdemine çıkmak istiyorsun… ‘
Rağmen’ ve ‘ama’sız bir dünya düşlüyorsun. Gizli özne yaşamlardan sıyrılıp
kökünden yaprağına kadar değişmek istiyorsun. Hüzünlü gölgelerde sıkışmış
firari arzuları, buzdan kale umutları tekrar diriltmek, kendine yalnızca
kendine gelmek istiyorsun…
“Abe
çorban soğudu” diye bir ses geliyor karşıdan; biran irkiliyor, etrafına
bakıyor, kendine geliyorsun. Yine aynı lokanta, yine aynı pörsümüş tabure, yine
aynı kış… Paranı verip dışarı çıkıyorsun. Hala yağmur yağıyor ve bu sefer
rüzgâr; daha bir mavi esiyor…
Fotoğraf:https://tr.pinterest.com/pin/437552920041291894/?nic_v1=1a52LLT8sRMyoeVT9kabdRRlwAjNFDZp5oHIjJ84dvzumUTs64VBe9egg1pc15QHCw
Fotoğraf:https://tr.pinterest.com/pin/437552920041291894/?nic_v1=1a52LLT8sRMyoeVT9kabdRRlwAjNFDZp5oHIjJ84dvzumUTs64VBe9egg1pc15QHCw
0 Yorumlar