Mevsim Kış, Renk Firuze...


Mevsim Kış, Renk Firuze, Enver İleri

Kışın gelişini seviyorum… Mevsimlerin yer değiştirmesini,  canlıların, doğanın, davranışların değişmesini seviyorum… Yaşamın devam ettiğini, mücadelesiz, emek harcamadan, bir şeyleri yenilemeden yaşamanın imkânsızlığını sunuyor bu mevsim geçişleri insana. Bak, diyor… Dünya dönüyor. Dünya dünü geride bırakıyor. Aşklarını, acılarını, özlemlerini, özleyişlerini… Dünya seni değişime davet ediyor. Gökyüzü değişiyor… Su değişiyor… Yemekler değişiyor… Değişim seni hortumuna çekiyor. İlginç geliyor bu başkalaşım durumu.  Gücün kadar karşı koyuyorsun, cebindekiler kadar dayanıyorsun, mücadele ediyorsun, savaşıyorsun… Ve teslim oluyorsun sonunda… Kuşların gittiği, yaprakların çekildiği, hayvanların inlerinde uykulara girdiği bir zamanda, sen özlemlere dalıyorsun. “Bir bahar gelse güllü gülistanlı” diyorsun;  için titriyor. Canın çorba çekiyor birden… Dışarı kaçıyorsun. İliklerine kadar soğuğu tadıyorsun ilk adımda. Mevsim normallerinin üzerinde bir yalnızlıkla karşılaşıyorsun. İnsanlar görüyorsun aceleci, cılız, ürkek… Herkes kendi yalnızlığında, herkes insansız kentler modunda. Bir lokanta görüyorsun sıcaklığını camlarındaki buğuda resmeden. Duruyorsun… Sisler arasında, içerde çorba olup olmadığına bakıyorsun. İçerden bir el işaret ediyor seni “gel gel” diye… İçeri geçiyorsun… İnsanların acemi çıplaklıkları çarpıyor yüzüne. Sıcağa deniz bile yaklaşır diyen dervişi hatırlıyorsun, için ısınıyor aniden. Beklerken ısınıyor; ısındıkça değişiyor; herkesleşiyorsun…
Çorban geliyor…
Önünde, bütün sıcaklığıyla, envai çeşit baharatıyla duran çorban duruşunda hayallerini sunuyor… Yapacaklarını, yapman gerekenleri, yaparsan iyi olur’ları, asla yapamazsın’ları, durma devam et’leri, boş ver sal gitsin’leri sunuyor… Bunu fark etmen uzun sürmüyor. Az önce yaşadığın keskin hava değişimi etrafındaki uyarıcılara dikkatini artırıyor, duyumunu yükseltiyor. İdrak gücün, kavrama yeteneğin, arzularının dilini çözüyor ve “ne yapmak istiyorum” sorusunu, karşında duran ve her tarafı oturulmaktan eskiyen tabureye oturtuyor. Bir adam silueti beliriyor karşında, bir şeylere benzetiyorsun onu. Gariplikler taşıdığını fark ediyorsun bedeninde. Bu dikkatini çekiyor. Daha dikkatli bakıyorsun. Karşında hayat hayal karışımı duran adam adeta ortadan ikiye bölünmüş iki farklı adamın birleşiminden oluşuyor. Saçlarına bakıyorsun ilkin. Tam ortadan ikiye ayrılmış, bir tarafı düzgün kesimli, taralı, dimdik ayakta; bir tarafı ak ak olmuş, bir kısmı dökülmüş, bakımsız duruyor. Alnın bir tarafı nemli, düzgün; bir tarafı kuru ve çatlaklarla dolu. Kaşların bir tarafı dimdik ve canlı; bir tarafı yatık ve bembeyaz… Karşında derviş duruşuyla oturan adam yaşamın iki dengesini üzerinde taşıyor adeta. Gittikçe daha fazla dikkat çekiyor. Gözlerine bakıyorsun. Biri çakmak çakmak, rengârenk ve olabildiğince canlı; birisi yarıya kadar neredeyse kapalı, yorgun ve isteksiz. Omuzları, bedeni, kolları, beli, bacakları, ayakları; her haliyle iki farklı insan…
Cebinde yedek sevinçler taşıyan bu dilsiz, dudaksız, lal adamı sıradan bir günün takvime yansıması olarak görmüyor ve sahipleniyorsun… Bazen yakının bütünü gösteremediğini, her hikâyenin biraz bizi anlattığını, her insanın bazen tesadüfe inandığını düşünüp kurtuluyorsun sarmal düzen korkulardan, endişelerden, kaygılardan… Etrafına doluşan matem lacivert hava yavaşça firuze tonuna; umudun ve hayalin moduna dönüşüyor. Yağmurun üzerini örttüğü, yalnızlığın oyuncağına dönmüş tüm saklı yanların amuda kalkıyor. Başarısız bir intihar girişimine benzeyen ruh halinden sıyrılıp suyun kaderini yatağı belirler düşüncesine geliyorsun. Adama baktıkça kendini görüyor, baktıkça kendini tanıyorsun…
Asıl meseleleri kaçırmamıza neden olan şeyler geliyor aklına… Gülmenin dosta ikram, düşmana darbe oluşu geliyor. Talan edilmiş sevgililer, devrimci dayanışma yüklü idealler, karanlığa anne diyen kimseler, hizaya girmiş hazırolda ruhlar, hayalin kelimesi ‘keşke’ye sığınmış insanlar…  Deli fişek hüzünler dolu ‘hoşçakal’lar,  esrik bir bedende teskin edilemeyen acılar… Mor deri bir ceket giymek geçiyor içinden; kestane şekeri tadında, uyumuş tırtıl masumiyetinde bir çocuk olmak geçiyor. Yeniden yaratmak istiyorsun karşındaki adamı. Yalnızlık oyuncağı ruh halinden kurtulup, hayat mandalı insan erdemine çıkmak istiyorsun… ‘ Rağmen’ ve ‘ama’sız bir dünya düşlüyorsun. Gizli özne yaşamlardan sıyrılıp kökünden yaprağına kadar değişmek istiyorsun. Hüzünlü gölgelerde sıkışmış firari arzuları, buzdan kale umutları tekrar diriltmek, kendine yalnızca kendine gelmek istiyorsun…
“Abe çorban soğudu” diye bir ses geliyor karşıdan; biran irkiliyor, etrafına bakıyor, kendine geliyorsun. Yine aynı lokanta, yine aynı pörsümüş tabure, yine aynı kış… Paranı verip dışarı çıkıyorsun. Hala yağmur yağıyor ve bu sefer rüzgâr; daha bir mavi esiyor…

Fotoğraf:https://tr.pinterest.com/pin/437552920041291894/?nic_v1=1a52LLT8sRMyoeVT9kabdRRlwAjNFDZp5oHIjJ84dvzumUTs64VBe9egg1pc15QHCw

Yorum Gönder

0 Yorumlar