Kar Yağıyor Aydınlığa...

Kar Yağıyor Aydınlığa, Enver İleri


Diyarbakır’a yılın ilk karı yağdı bu sabah. Beyazlar yüklü bir düzende, süzüle süzüle kapladı her tarafı kısa bir sürede. Nedense, bana hep çekici gelmiştir kar yağışı; özel anlamlar yüklemişimdir kendimce. Koyu karanlık lacivertliklerin, betondan griliklerin örttüğü soğuk ve mesafeli şehir yaşantısında herkese aynı rengin sıcaklığını kendi soğuk doğasında sunan bu kristalize beyazlık etkilemiştir beni her zaman.
Oturma salonunun dışarıya bakan büyük penceresinin önünde, pencere boyunca uzanan kalorifer peteğinin üzerine oturmuş karın yağmur sinsiliğinden uzak usul usul yağışını izliyordum. Çok hoş görünüyordu altıncı kattan her yer. Beyaza teslim oluyordu şehir, daha çok beyaza… Apartmanların tavan aralıklarını, baca boşluklarını, saçak altlıklarını kendilerine yurt edinmiş güvercinler gruplar halinde uçuşuyordu. Herhalde karın keyfini en erken ve en doyasıya yaşayanlar da onlardı. Olabildiğince yükseğe çıkıp kanatlarını yere paralel konuma getirdikten sonra halkalar çizerek, güle oynaya salıyorlardı bedenlerini aşağılara. Kanatları ve enseleri arasında kalan bölgeye karlar birikiyordu. Sırt bölgesinin tamamını ve kuyruk tüylerinin bir kısmını karla dolduruyorlardı. Sanırım bir yarış içindeydiler. Birbirlerinden fazlaca uzaklaşmıyor, sürekli bir tempoda aynı çemberde uçuşuyorlardı. Bazıları biriktirdiği karları ağaç dallarına, pencere önlerine sirkilerek bırakıyor bazıları ise daha fazla kar toplamış olanları kıskanıp pençeleriyle karlarını düşürmeye çalışıyordu. Eşsiz bir mutluluk yumağı oluşmuştu aralarında. Doyasıya özgürlük içinde, yağmur ormanlarında yaşamaya alışmış çocuklar gibiydiler; korkmuyorlardı, kaçmıyorlardı, saklanmıyorlardı…

Nazım’ın “Kar Yağıyor Karanlığa” şiiri geliyor aklıma, şiir yazasım geliyor. Yalnızlık heykeli insanları, albümlerde solan anıları anlatmak istiyorum. Sonra insanlar doluyor her tarafa; yüzleri yok, yürekleri yok. Birisi şemsiyesiz geçiyor karşıdan karşıya. Birisi avuçlarına doldurmaya çalışıyor uçuşan beyazlığı. Biri küfretmeye başlıyor belediyeye, yürürken kaldırım taşının altındaki suların tamamı üzerine fışkırdığı için. Biri beresini düzeltiyor kulağı üşümesin diye. İki sevgili el ele geçiyor, hiç acele etmeden. Yaşlı bir kadın adımlarına pür dikkat bakıyor kaymamak adına. Yukarıdan anneler bağırıyor oynayan çocuklarına, üşütmesinler diye. Bir simitçi geçiyor “sıcak, sıcak” diye bağırarak, simitlerinin üzerine şeffaf naylon kaplamış halde. Kardan adam yapıyor birileri. Birileri fotoğraf çektiriyor. Birileri birilerini özlüyor. Birileri birilerini arıyor.  Kar, aydınlığa yağıyor...
Karşıda, askeri lojmanların bulunduğu sokağın köşe başında sırtında yarı çıplak bir bebekle dilenen otuzlu yaşlarda bir kadını fark ediyorum. Güneş yanığı bir ten, uçları oksijen suyuyla sarıya boyanmış saçlar ve insanın içine işleyen masmavi yorgun gözler. Saçının ortasından ensesine doğru bağladığı sarı bir yazma dışında yüzünü soğuktan koruyacak hiçbir şey yok. Renkli desenlerle donatılmış çingene bir etek,  mevsimlik bir fanila üzerine giyilmiş el örmesi gri tonlu bir yelek ve ayağında hafif topuklu yazlık bir terlik… Nasıl üşümüyor sorusunu sormadan edemiyorum. Çocuğa dikkat çekiyorum sonra. Sarı kıvırcık saçlı, elindeki peynirli böreğin içindeki peyniri parmaklarıyla çıkarmaya çalışan, annesinin sırtına bağladığı çapraz örtünün dışında çok ince bir kazak ve pijamadan başka üzerinde hiçbir şey olmayan ikili yaşlarda bir çocuk… Örtünün iki tarafından dışarı çıkarılmış ayakları soğuktan kıpkırmızı kesilmiş durumda. İçim ürperiyor adeta, nasıl böyle çıkarlar dışarı diye düşünüyorum. Oysa o kadar mutlu bakıyorlar ki etraflarına şaşırmamak elde değil. Yanlarından birileri geçince anne üzgün bir mizaca bürünüp ellerini açarak dileniyor, insanlar uzaklaşınca da heybesindeki elmayı çıkarıp yemeye devam ediyor. Belirli aralıklarla dişleriyle bir parça elma kesip çocuğun ağzına bırakıyor, ayaklarının altını elleriyle gıdıklıyor, sallanarak çocuğun eğlenmesini sağlıyor. “Vicdanına sığınıyorum, çocuğum için bir ekmek parası!” diyor yanından geçen uzun saçlı, zayıf bir gence. Hiç oralı olmuyor adam ve geçip gidiyor. Düşünmeden edemiyorum. Karda çocuğuyla dilenen bir anneye bir ekmek parası vermemek midir vicdan yoksa bu karakışta yarı çıplak bir çocuğu oraya getirmek mi?
Buz kesiliyorum sonra… Bütün ihtişamıyla hurili bir eda, cennetsi bir esvapla yağan karın, sonradan yarattığı olumsuzluklar geliyor aklıma. Evleri damlayanlar, ayakları üşüyenler, yırtık pabuçlular, paltosu olmayanlar, sobasız köy okulu öğrencileri, otobüs yolcuları, kamyon şoförleri, esnaf lokantaları… Yük yetiştirenler, okula gidenler, çobanlık yapanlar, ambulans şoförleri, inşaat işçileri, oto yıkayıcılar, seyyar satıcılar, kediler, köpekler, kuşlar… Lar… Lar… Lar…
İyinin ve kötünün savaşını veriyorum. Vicdanı için ölenleri hatırlıyorum. İhanet yaratan ihmalleri düşünüyorum.  Bir adım doğru, ikisi yanlış gökyüzüne yükseliyorum. Kapatıyorum gözlerimi. Kar yağıyor üzerime; çoğalıyorum…

Fotoğraf:https://www.tigrishaber.com/diyarbakirda-okullara-kar-tatili-61483h.htm

Yorum Gönder

0 Yorumlar