Diyarbakır’a
yılın ilk karı yağdı bu sabah. Beyazlar yüklü bir düzende, süzüle süzüle
kapladı her tarafı kısa bir sürede. Nedense, bana hep çekici gelmiştir kar
yağışı; özel anlamlar yüklemişimdir kendimce. Koyu karanlık lacivertliklerin,
betondan griliklerin örttüğü soğuk ve mesafeli şehir yaşantısında herkese aynı
rengin sıcaklığını kendi soğuk doğasında sunan bu kristalize beyazlık
etkilemiştir beni her zaman.
Oturma
salonunun dışarıya bakan büyük penceresinin önünde, pencere boyunca uzanan
kalorifer peteğinin üzerine oturmuş karın yağmur sinsiliğinden uzak usul usul
yağışını izliyordum. Çok hoş görünüyordu altıncı kattan her yer. Beyaza teslim
oluyordu şehir, daha çok beyaza… Apartmanların tavan aralıklarını, baca
boşluklarını, saçak altlıklarını kendilerine yurt edinmiş güvercinler gruplar
halinde uçuşuyordu. Herhalde karın keyfini en erken ve en doyasıya yaşayanlar
da onlardı. Olabildiğince yükseğe çıkıp kanatlarını yere paralel konuma
getirdikten sonra halkalar çizerek, güle oynaya salıyorlardı bedenlerini aşağılara.
Kanatları ve enseleri arasında kalan bölgeye karlar birikiyordu. Sırt
bölgesinin tamamını ve kuyruk tüylerinin bir kısmını karla dolduruyorlardı.
Sanırım bir yarış içindeydiler. Birbirlerinden fazlaca uzaklaşmıyor, sürekli
bir tempoda aynı çemberde uçuşuyorlardı. Bazıları biriktirdiği karları ağaç
dallarına, pencere önlerine sirkilerek bırakıyor bazıları ise daha fazla kar
toplamış olanları kıskanıp pençeleriyle karlarını düşürmeye çalışıyordu. Eşsiz
bir mutluluk yumağı oluşmuştu aralarında. Doyasıya özgürlük içinde, yağmur
ormanlarında yaşamaya alışmış çocuklar gibiydiler; korkmuyorlardı,
kaçmıyorlardı, saklanmıyorlardı…
Nazım’ın “Kar
Yağıyor Karanlığa” şiiri geliyor aklıma, şiir yazasım geliyor. Yalnızlık
heykeli insanları, albümlerde solan anıları anlatmak istiyorum. Sonra insanlar
doluyor her tarafa; yüzleri yok, yürekleri yok. Birisi şemsiyesiz geçiyor
karşıdan karşıya. Birisi avuçlarına doldurmaya çalışıyor uçuşan beyazlığı. Biri
küfretmeye başlıyor belediyeye, yürürken kaldırım taşının altındaki suların
tamamı üzerine fışkırdığı için. Biri beresini düzeltiyor kulağı üşümesin diye.
İki sevgili el ele geçiyor, hiç acele etmeden. Yaşlı bir kadın adımlarına pür
dikkat bakıyor kaymamak adına. Yukarıdan anneler bağırıyor oynayan çocuklarına,
üşütmesinler diye. Bir simitçi geçiyor “sıcak, sıcak” diye bağırarak,
simitlerinin üzerine şeffaf naylon kaplamış halde. Kardan adam yapıyor
birileri. Birileri fotoğraf çektiriyor. Birileri birilerini özlüyor. Birileri birilerini
arıyor. Kar, aydınlığa yağıyor...
Karşıda,
askeri lojmanların bulunduğu sokağın köşe başında sırtında yarı çıplak bir
bebekle dilenen otuzlu yaşlarda bir kadını fark ediyorum. Güneş yanığı bir ten,
uçları oksijen suyuyla sarıya boyanmış saçlar ve insanın içine işleyen masmavi
yorgun gözler. Saçının ortasından ensesine doğru bağladığı sarı bir yazma
dışında yüzünü soğuktan koruyacak hiçbir şey yok. Renkli desenlerle donatılmış
çingene bir etek, mevsimlik bir fanila
üzerine giyilmiş el örmesi gri tonlu bir yelek ve ayağında hafif topuklu yazlık
bir terlik… Nasıl üşümüyor sorusunu sormadan edemiyorum. Çocuğa dikkat
çekiyorum sonra. Sarı kıvırcık saçlı, elindeki peynirli böreğin içindeki
peyniri parmaklarıyla çıkarmaya çalışan, annesinin sırtına bağladığı çapraz
örtünün dışında çok ince bir kazak ve pijamadan başka üzerinde hiçbir şey
olmayan ikili yaşlarda bir çocuk… Örtünün iki tarafından dışarı çıkarılmış
ayakları soğuktan kıpkırmızı kesilmiş durumda. İçim ürperiyor adeta, nasıl
böyle çıkarlar dışarı diye düşünüyorum. Oysa o kadar mutlu bakıyorlar ki
etraflarına şaşırmamak elde değil. Yanlarından birileri geçince anne üzgün bir
mizaca bürünüp ellerini açarak dileniyor, insanlar uzaklaşınca da heybesindeki
elmayı çıkarıp yemeye devam ediyor. Belirli aralıklarla dişleriyle bir parça
elma kesip çocuğun ağzına bırakıyor, ayaklarının altını elleriyle gıdıklıyor,
sallanarak çocuğun eğlenmesini sağlıyor. “Vicdanına sığınıyorum, çocuğum için
bir ekmek parası!” diyor yanından geçen uzun saçlı, zayıf bir gence. Hiç oralı
olmuyor adam ve geçip gidiyor. Düşünmeden edemiyorum. Karda çocuğuyla dilenen
bir anneye bir ekmek parası vermemek midir vicdan yoksa bu karakışta yarı
çıplak bir çocuğu oraya getirmek mi?
Buz
kesiliyorum sonra… Bütün ihtişamıyla hurili bir eda, cennetsi bir esvapla yağan
karın, sonradan yarattığı olumsuzluklar geliyor aklıma. Evleri damlayanlar, ayakları
üşüyenler, yırtık pabuçlular, paltosu olmayanlar, sobasız köy okulu öğrencileri,
otobüs yolcuları, kamyon şoförleri, esnaf lokantaları… Yük yetiştirenler, okula
gidenler, çobanlık yapanlar, ambulans şoförleri, inşaat işçileri, oto
yıkayıcılar, seyyar satıcılar, kediler, köpekler, kuşlar… Lar… Lar… Lar…
İyinin ve
kötünün savaşını veriyorum. Vicdanı için ölenleri hatırlıyorum. İhanet yaratan
ihmalleri düşünüyorum. Bir adım doğru,
ikisi yanlış gökyüzüne yükseliyorum. Kapatıyorum gözlerimi. Kar yağıyor
üzerime; çoğalıyorum…
Fotoğraf:https://www.tigrishaber.com/diyarbakirda-okullara-kar-tatili-61483h.htm
Fotoğraf:https://www.tigrishaber.com/diyarbakirda-okullara-kar-tatili-61483h.htm
0 Yorumlar