Düşünen adam, uykusundan uyandı o sabah. Yatağını topladı, yüzünü yıkadı, kahvaltısını yaptı. Mutlu uyandığı sabahların huzur verici güzel yanlarını anımsadı. Temiz havalar soludu, güzel şarkılar dinledi, kuşuna su, tavşanına marul verdi peş peşe… Aldı çantasını, koydu içine fotoğraf makinesini, güzel günün güzel fotoğraflarını çekmeye çıktı. Bu sefer sahile gitmek istemedi. Her zamankinden farklı olmasını isteyip, yüzünü eski mahallelere, esnaf lokantalarına, çocuk parklarına falan yöneltti. Huzurluydu o sabah, uzun zamandır olmadığı kadar güzel nefesler alıyordu. Boş bir günün hesap vermez yaramazını oynayacaktı bütün gün. Gezecek, dolaşacak, koşup eğlenecekti. Bunu kimse engelleyemezdi. Buna kimse mani olmazdı. Tüm gün onundu, sadece onun…
Uzun
çalışmalar, ardı ardına devam eden uğraşlarla dolu bir işi vardı. Motora
bağlanmış bir tempoda sadece hafta sonlarına bırakılabilen bir boşluk zamanı ve
sadece bu kısa aralarda yaşayabildiği kendisiyle yalnız kalabilme, kendi iç
sesini duyabilme imkanı vardı. Huzur günüydü pazarlar. O gün hiçbir şey
okumuyor, hiçbir arkadaşıyla görüşmüyor, siyaset ve futbol konuşmuyordu. Kendisine
bir düş alanı yaratması gerekiyordu insanın. Fikri alınmadan eklemlendiği ve
her geçen gün biraz daha yarası kabaran zincirli yanlarından uzaklaşması ve
büyük resme bakmaya başlamak için gerekli bir huzur alanı yaratması gerekiyordu.
Buna inanıyordu birkaç yıldır. Yapmayı seviyordu bunu son zamanlarda.
Sıkılgan bir adam değildi aslında. Aksine hoş
sohbet, hatta biraz boş boğaz bile sayılırdı. Bir simitçiyle gününü
bitirebilir, sırf merak ettiğinden çiçekçi bir kadının günlük kazancını karşıdan
izleyerek hesaplayabilir, uçurtması kendisininkine takıldığı için bir çocukla
saatlerce parkta tartışabilirdi. Bu onun deşarj olma biçimiydi. Bu onun mutlu pazar
günlerinin iç doldurma biçimiydi. Pazar onun mutluluk günüydü. Ömrünün şerbetlenme
zamanı, ruhunun terbiye anıydı. O gün mücadele etmeyi, pazarlık yapmayı,
kendisine zor sorular sormayı bırakırdı. Ağrıyan eklem yaralarına üzülmeyi,
cinsiyeti, inancı, mantığı sorgulamayı, bir muhabbete kendi hikâyesiyle başlamayı
bir kenara atardı. Hayatın getirdiklerini, tabiatın sunduklarını beklerdi. O an
önüne çıkanı, karşısında duranı, varlığıyla göz bebeklerine dolanı arardı.
Bulurdu da genelde. Bulduğuyla dolardı. Hikâyelerine üzülür, sevinçleriyle
kahkahalar atar, varlıklarıyla bütünleşirdi... Arayışa girerdi bazen. Arar
durur vaziyette hiç bilmediği, hiç duymadığı semtlerde kaybolurdu. Yol sorar, yer
öğrenir, kaybolmanın tadını çıkarırdı bütün gün. Oradan hangi dolmuş geçer,
denize yürüyerek gidilir mi, belediye kimin elinde muhabbetleri yapardı mahalleliyle.
Sonra evine döner, yemeğini yer ve yarına uyurdu. Gitmek istemediği, yapmak
istemediği, varlığını sevmediği işinin bulunduğu altı günlük yarına.
&
Düşünen
adam, düşünmeye başladığında gençliğinin en ateşli dönemindeydi. Kendi
akranlarının çoğunda olduğu gibi onun da hayal ettiği dünya ile içinde bulunduğu
hayat arasında bir uçurum vardı. Tam kenarındaydı uçurumun. Belirlenmiş bir sistemde büyümüş, sistemin
hazır şablon eğitiminde okumuş, başarı durumu ve alan genişliği ölçüsünde bir
tercihle üniversite yaşantısına yerleşmişti.
Lakin yeni hayat önüne sadece tanımadığı bir şehir ve yabancısı olduğu bir
yaşantıyı değil, tercih etmek zorunda olduğu bir yol ayrımını da getirmişti. Ya
umutlu her insan gibi dövüşecek ve kendi özgül hayatını, kendi düşüncesini oluşturacaktı
ya da suspus olup, hali hazırda bulunan normal insan tiplemesine bürünecek ve
daha önce oluşturulup, insanları her geçen gün biraz daha birbirine benzetmekten
başka hiçbir değişen yanı olmayan mevcut düşünceyi benimseyecekti. Birinde her geçen gün kendisinden eksilterek tüketecek,
diğerinde ise ne pahasına olursa olsun kendi öz yaşantısı ve idealleri peşinden
gidip, özgürleşecekti. Okuduğu kitaplar, dâhil olduğu kültür ve edindiği
birikim bunu gerektiriyordu. Bazı hikâyeler herkesin olabilir, bazı büyük anlamlarda
yığınlar toplanabilirdi ama bazı acılar sadece sahiplerinindi. Dolayısıyla bir
karar vermesi gerekiyordu. Bu durumu bütün üniversite hayatı boyunca düşündü. Hala
baba parası yerken ve hiçbir ekonomik özgürlük alanında elle tutulur bir
deneyime sahip değilken bu temeli özgürlüklere dayanan bir yaşam inşa etmek imkânsızdı.
Çünkü değişen her şey gibi düşünsel değişim de orada, maddiyatta tıkalıydı. Düşünsel
değişimin pratiği oradaydı.
Uzun
geceler boyunca düşündü bu durumu. İnsanların
tribünleşen yalnızlıklarını, makinelerin dişlileri arasına sıkışmış hayatlarını,
mutlu olmaya çalışan insanların canhıraş çabalarını ve her geçen gün sayıları zalimlikleri
oranında çoğalan mühürdar patronların acımasız dünyalarını düşündü. İki taraf
da çok sıkıntılı ve çok zordu. Düşündü… Düşündü… Uzun uğraşlar, bol sorulu zamanlar geçirdi. Ve
sonunda en mantıklı kararın, ekonomik bir özgürlük kazanana kadar beklemek ve
daha sonra kendi yaşantısı ve kendi düşüncesini oluşturacak hayatı inşa etmek
olduğu fikrini kabul etti. Böylelikle, her düşünen insanın düştüğü şeye;
erteleme tuzağına düştü. Bizi bizden uzaklaştıran, her bedeni bir düşünce
mezarlığına sokan, hayatı durduran tuzağa…
Birkaç
yıl geçti aradan. Sevdi düşünen adam ertelemeyi. Okumayı, öğrenmeyi, aramayı,
keşfetmeyi bıraktı, değişimi erteledi. ‘Şimdi yatayım, yarın erken kalkarım!’
hesabına uydu. Eşi, dostu, sevenleri, sevgilileri sormayı bıraktı, aidiyeti
erteledi.‘Bugün uygun bir zaman değil, başka zaman yaparım!’ hesabına uydu.
Ölümlere isyan etmeyi, talan etmeye dur demeyi, haksızlığa karşı gelmeyi,
emeğe, umuda, özgürlüğe inanmayı bıraktı, mücadeleyi erteledi. ‘Dünyanın fethi
bir gün daha bekleyebilir!’ saflığına uydu. Kış bitince, yaz gelince, okuldan
sonra, askerlikten önce dedi; sana, bana, ötekine, berikine; yığınlara benzeyen
bir adam oldu. Bitimsiz bir bezginliğe, dönüş niyeti olmayan bir üşengeçliğe,
kendi hikâyelerini uydurup kendi kahramanlarından korkan sürüye benzedi. Her
akşam bitik bir vaziyette uyuyan, her sabah can sıkıcı bir güne uyanan bir adama
dönüştü.
Yemek
yedi, işe gitti, uyudu…
Yemek
yedi, işe gitti, uyudu…
Ve
kaybetti kendisini…
0 Yorumlar