Yalnızlık...


Yalnızlık, Enver İleri

Uzun ve yorucu sıcaklıkların artık iyicene başladığı bir Mezopotamya gecesinde,  her cümlesi ayrı bir ahenkte dansa durmuş, benzetmeli öznesi yüklemini naza boğmuş kitabımdan birkaç sayfa okuduktan sonra, hem biraz serinlemek hem de çocukluğumdan kalma bir sevince tekrar ulaşabilmek için dama çıkmıştım. Gökyüzünün insana sunduğu kristalize ahengi, her biri ayrı dünyalardan, ayrı evrenlerden toplanmış ışıkların sunduğu yaşamsal rengi izliyordum. Çocukluktan kalma bir heyecandı bu, mıknatıslarla dolu bir meraktı benim için. Toprak evlerin damında, direkli, çarşaflı tahtların huzurunda erişilmiş, yedi farklı dünyadan, envai çeşit renkten süslenmiş gece anne ninnisiydi... Her akşam yatmadan önce dakikalarca yıldızlara bakar, hangisinin daha parlak, hangisinin daha uzak, hangisinin bana daha çok benzediğini düşüne düşüne uyurdum. Saatlerimi alırdı bazen bu durum, gecelerimi alırdı. Ama ne ışık demetlerinin parlaklığı, ne gri karanlığın doğurganlığı, ne de sessiz bir gecenin koynuna mevzilenmiş geniş ovanın varlığı; beni en çok Ay’ın yalnızlığı etkilerdi. Kocamanlığı, tek başınalığı, sakinliği…

O günlerde başladım yalnızlığı düşünmeye. O günlerde hissettim o derin boşluğu. İnsanların üzerine tutkal gibi yapışan, hissi soğuk, tadı buruk, rengi gri/karanlık sureti o günlerde yaşadım. Burnu yakan kesif bir kokuya benziyordu yalnızlık, içi boşalmış kelimelerle,  keskin ve yaralayıcı benzetmelerle doluydu. Karışık bir haldi. Aynı cümlede hem özne hem yüklem olma durumuydu. Şuurun sönük lambaları altında dökülmüş birkaç damla yaşla, suçluluk ve sorumluluğun acımasızca yüklediği yıpratıcı telaşla doluydu. Garip bir hipnoz halindeki insanın, gölgede gül rengine, isyankâr, asi yorumuydu… Mevsimlerin dışına taşıyordu insan, farkındalık mekânı daralıyor,  bedeni küçülüyordu. Hassasiyetini kabuklaştır ya acılar insanın, yalnızlık sinsiydi, kabuğa üflüyordu…
Sessiz, derin ve efsunlu bir edada kimine bir tercih, kimine bir kader, kimine ise bir sınav oluyordu. Reçetesiz bir hastalığa, ölümcül bir mirasa, yüzde gülücük eksikliğinde depresif boşluklara bürünüyordu. Bazısına anne karnı huzuru verirken, gerçekleri göremeden, ömür boyu devam eden bir kafa dinleme tek başınalığına sığınan bazılarına ise meçhulün susuzluğunu yükleyip, sınıyordu… Kendine yazdığın mektubu dönüp dönüp okumaktır’ diyordu şair, kendi varlığına verdiğin onaydır, diyordu. Mahrumiyet mekânı monologların sonu hep tevekkül kokan korkularını anlatıyordu. Yalnızlığın, en içimizde olanını sorguluyordu. Oysa varlık nedenleri bu değil miydi korkuların? Bizim onları yenmemizi beklemezler mi? Her yazı adı ile doğmaz mı, insanlar gibi? Boşluklar yıkımlar doğurmaz mı? Vücut bulmuş her ruh yalnızlığı bir şekilde tatmaz mı?
 Saça yapışan sakız gibiydi yalnızlık, kurtulmak istedikçe acıtıyor, beklemenin yüklediği sabır ve sadakat ikliminde, olgunlaşma ve kavrayışın en çıplak mücadelesini verirken yoruyordu. Geçicisi öğretir, kalıcısı tüketir türdendi. Kahve fincanı altına çökmüş bisküvi kırıntısı edasında çoğul yüreklere sevdalı tekil bir aidiyeti resmediyordu. Zaten aşk dedikleri, bir daha yalnız kalmama eylemi değil miydi?  ‘Seni seviyorum’, ‘Sana aşığım’ cümlelerinin altında ‘ Al, yalnızlığım senin olsun’ anlamı yok muydu?  Ve usta şairin dediği gibi,  şemsiyeler tek kişilik üretildikten sonra, insanların üzerine yağmur değil, yalnızlık yağmıyor muydu?
&

Hicri takvimde, her ayın on dördü dolunay vardır. Bütün ihtişamıyla, bütün parlaklığıyla yükselir gecede ay. Küçük ve uzak yıldızların doğasında kocaman cüssesiyle geçer insanın karşısına, hayran bırakır güzelliğine. Huzur bulur insanlar onda, inancını pekiştirir, sevgisini tazeler. Bütün olmayı resmeder o özel gece dolunay, yekvücut olmayı sunar. Bilirdim bunu… En özel hayallerimi dolunay gecelerine saklar, beyaz çemberin üzerinde beliren sisli karanlığı, şaha kalmış masalsı bir ata benzetirdim. Oysa annem hep uyarırdı beni, dolunaya çok bakarsam gözlerim şaşı olur diye. Bu kocaman yalnıza çok bakarsam, onun gibi olur, ona benzerim diye… Bunu hep düşünürdüm. Yalnızlık korkutucu muydu gerçekten? Yalnız insan tehlikeli miydi?  Yalnızlar birbirine benzer miydi? Yalnızlık bulaşıcı mıydı? Yalnız insan çoğalır mıydı? Çoğalan insan yalnız kalabilir miydi? Bir huzur, bir ilham, bir yenilenme serüveni; bir tamama erme eylemi olabilir miydi yalnızlık… İnsanlar ondan kurtulabilir, gerektiğinde atabilir miydi?
Ve şimdi, güzel mi güzel bir dolunay gecesinde, kalabalık yalnızlıkları, yalnız kalabalıkları sayfalarının yaşamsal çekiciliğinde sunan kitabımın hoştelaş dizelerinde gezinirken ben, aklımı tek soru kurcalıyor: Bir anne, bazen yanılabilir miydi?

Yorum Gönder

0 Yorumlar