Uzun ve yorucu
sıcaklıkların artık iyicene başladığı bir Mezopotamya gecesinde, her cümlesi ayrı bir ahenkte dansa durmuş,
benzetmeli öznesi yüklemini naza boğmuş kitabımdan birkaç sayfa okuduktan
sonra, hem biraz serinlemek hem de çocukluğumdan kalma bir sevince tekrar
ulaşabilmek için dama çıkmıştım. Gökyüzünün insana sunduğu kristalize ahengi,
her biri ayrı dünyalardan, ayrı evrenlerden toplanmış ışıkların sunduğu
yaşamsal rengi izliyordum. Çocukluktan kalma bir heyecandı bu, mıknatıslarla
dolu bir meraktı benim için. Toprak evlerin damında, direkli, çarşaflı
tahtların huzurunda erişilmiş, yedi farklı dünyadan, envai çeşit renkten
süslenmiş gece anne ninnisiydi... Her akşam yatmadan önce dakikalarca
yıldızlara bakar, hangisinin daha parlak, hangisinin daha uzak, hangisinin bana
daha çok benzediğini düşüne düşüne uyurdum. Saatlerimi alırdı bazen bu durum,
gecelerimi alırdı. Ama ne ışık demetlerinin parlaklığı, ne gri karanlığın
doğurganlığı, ne de sessiz bir gecenin koynuna mevzilenmiş geniş ovanın
varlığı; beni en çok Ay’ın yalnızlığı etkilerdi. Kocamanlığı, tek başınalığı,
sakinliği…
O günlerde
başladım yalnızlığı düşünmeye. O günlerde hissettim o derin boşluğu. İnsanların
üzerine tutkal gibi yapışan, hissi soğuk, tadı buruk, rengi gri/karanlık sureti
o günlerde yaşadım. Burnu yakan kesif bir kokuya benziyordu yalnızlık, içi
boşalmış kelimelerle, keskin ve
yaralayıcı benzetmelerle doluydu. Karışık bir haldi. Aynı cümlede hem özne hem
yüklem olma durumuydu. Şuurun sönük lambaları altında dökülmüş birkaç damla
yaşla, suçluluk ve sorumluluğun acımasızca yüklediği yıpratıcı telaşla doluydu.
Garip bir hipnoz halindeki insanın, gölgede gül rengine, isyankâr, asi
yorumuydu… Mevsimlerin dışına taşıyordu insan, farkındalık mekânı
daralıyor, bedeni küçülüyordu.
Hassasiyetini kabuklaştır ya acılar insanın, yalnızlık sinsiydi, kabuğa
üflüyordu…
Sessiz, derin
ve efsunlu bir edada kimine bir tercih, kimine bir kader, kimine ise bir sınav
oluyordu. Reçetesiz bir hastalığa, ölümcül bir mirasa, yüzde gülücük
eksikliğinde depresif boşluklara bürünüyordu. Bazısına anne karnı huzuru
verirken, gerçekleri göremeden, ömür boyu devam eden bir kafa dinleme tek
başınalığına sığınan bazılarına ise meçhulün susuzluğunu yükleyip, sınıyordu…
Kendine yazdığın mektubu dönüp dönüp okumaktır’ diyordu şair, kendi varlığına
verdiğin onaydır, diyordu. Mahrumiyet mekânı monologların sonu hep tevekkül
kokan korkularını anlatıyordu. Yalnızlığın, en içimizde olanını sorguluyordu.
Oysa varlık nedenleri bu değil miydi korkuların? Bizim onları yenmemizi
beklemezler mi? Her yazı adı ile doğmaz mı, insanlar gibi? Boşluklar yıkımlar
doğurmaz mı? Vücut bulmuş her ruh yalnızlığı bir şekilde tatmaz mı?
Saça yapışan sakız gibiydi yalnızlık,
kurtulmak istedikçe acıtıyor, beklemenin yüklediği sabır ve sadakat ikliminde,
olgunlaşma ve kavrayışın en çıplak mücadelesini verirken yoruyordu. Geçicisi
öğretir, kalıcısı tüketir türdendi. Kahve fincanı altına çökmüş bisküvi
kırıntısı edasında çoğul yüreklere sevdalı tekil bir aidiyeti resmediyordu.
Zaten aşk dedikleri, bir daha yalnız kalmama eylemi değil miydi? ‘Seni
seviyorum’, ‘Sana aşığım’
cümlelerinin altında ‘ Al, yalnızlığım
senin olsun’ anlamı yok muydu? Ve usta
şairin dediği gibi, şemsiyeler tek
kişilik üretildikten sonra, insanların üzerine yağmur değil, yalnızlık yağmıyor
muydu?
&
Hicri
takvimde, her ayın on dördü dolunay vardır. Bütün ihtişamıyla, bütün parlaklığıyla
yükselir gecede ay. Küçük ve uzak yıldızların doğasında kocaman cüssesiyle
geçer insanın karşısına, hayran bırakır güzelliğine. Huzur bulur insanlar onda,
inancını pekiştirir, sevgisini tazeler. Bütün olmayı resmeder o özel gece
dolunay, yekvücut olmayı sunar. Bilirdim bunu… En özel hayallerimi dolunay
gecelerine saklar, beyaz çemberin üzerinde beliren sisli karanlığı, şaha kalmış
masalsı bir ata benzetirdim. Oysa annem hep uyarırdı beni, dolunaya çok
bakarsam gözlerim şaşı olur diye. Bu kocaman yalnıza çok bakarsam, onun gibi
olur, ona benzerim diye… Bunu hep düşünürdüm. Yalnızlık korkutucu muydu
gerçekten? Yalnız insan tehlikeli miydi? Yalnızlar birbirine benzer miydi? Yalnızlık
bulaşıcı mıydı? Yalnız insan çoğalır mıydı? Çoğalan insan yalnız kalabilir
miydi? Bir huzur, bir ilham, bir yenilenme serüveni; bir tamama erme eylemi
olabilir miydi yalnızlık… İnsanlar ondan kurtulabilir, gerektiğinde atabilir
miydi?
Ve şimdi,
güzel mi güzel bir dolunay gecesinde, kalabalık yalnızlıkları, yalnız kalabalıkları
sayfalarının yaşamsal çekiciliğinde sunan kitabımın hoştelaş dizelerinde
gezinirken ben, aklımı tek soru kurcalıyor: Bir anne, bazen yanılabilir miydi?
0 Yorumlar