Onlarca
medeniyete, farklı farklı uygarlığa ev sahipliği yapmış, geçmişin izlerini kara
bazalt taşında günümüze taşımış Diyarbakır ili, köklü tarihinin gizemli
coğrafyasında, gezmenin en heyecanlısını sunar insana. Her sokak başında bir
hamama, her köşe başında bir hana, camiye, kiliseye veya sinagoga
rastlayabilir, inançların abidevi mekânlarında soğuk sular içip, dar ve
dolambaçlı sokakların köşe başı kıraathanelerinde, uzun ve görkemli sur
diplerinin dumanlı, tabureli ciğercilerinde ülkenin gidişatını yorumlayabilir,
serin mi serin naneli ayranlar içebilirsiniz.
Hafta
sonraları yapacak daha iyi bir işim olmadığında genelde yaptığım şeydi; Dağkapı
Meydanı’nda dolmuştan iner, Hasanpaşa Hanı’nı, Ahmet Arif ve Cahit Sıtkı
Tarancı Müzelerini, Ulu Cami’yi gezer, Çarşiya Şewitî’nin içinden, bakırcı ve
eskicilerin dar sokaklarından geçerek Dengbêj Evi’ne uğrar, efsanevi
kahramanların masalsı aşk hikâyelerini, güleç yüzlü yaşlıların hazin sesinden
dinler, Aşefçiler Çarşısı’nın içinden, Yoğurt Pazarı’nın yanından, Deliler Hanı’nın
kapısından geçip Keçi Burcu’na çay içmeye gelirdim.
Ve yine o özel
günlerden biriydi. Keçi Burcu’nun üstünde, güzel mi güzel bir havada bir yandan
kaçak çayımı yudumluyor, bir yandan gelen giden insanların hayranlık dolu
bakışlarını seyrediyordum. Karşıda Kırklar Dağı ve On Gözlü Köprü, aşağıda
Dicle Nehri ve tarihi Hevsel bahçeleri… Elinde küçük bir defter, boynunda bir
tanıtım kartı olan güleç yüzlü genç bir adam, on kişilik bir kafileye aşağıları
gösteriyor ve “ Değerli misafirler, şu
gördüğünüz “boşluk” Dicle vadisidir” diyordu.
Küçük bilgiler vererek ve işaret parmağıyla göstererek, cılız bir ifadeyle
şehri tanıtıyordu… Sormadan edemiyordum kendime; var olan bu efsanevi doğa
mıydı asıl boşluk, yoksa bilgisiz ve içi boş bir anlatımda, bir şehrin tarihini
insanlara sunma işine girişmek mi? Eline
anahtarı alanın usta, tahta alanın marangoz, direksiyon alanın şoför olması mıydı?
&
Benzetmesiz
bir lisan, betimlemesiz bir zaman kuytuluğundan, dalgın ve düşünceli heykel
duruşuna; esrik ve pörsümüş bir ruh halinden tümcesi perişanlık yalnızlık
moduna geçişin çirkin ve sevimsiz suretidir boşluk… Adı konulamayan yaşantılar, istif edilemeyen
arzular, tekrar tekrar dinlenip bıktırmayan şarkılar yüklüdür. Tamama erme, bütünü yakalama emektarı insanın,
vicdan ile nefs sorgusuna yenildiği ölü aydınlık gecelerin sabrı incelmiş
kefareti; biçare bir zayıflığın sıska ve çelimsiz esaretidir… Çarpık bir
tebessüm, köhne bir hayat veya gözleri gayba dikili ebedi bir vuslat; kesif bir
sessizliğin yüklediği sıfatsızlık halidir boşluk… Yüreğin derinliklerine okunmuş
okunaksız şiirler, cenaze töreni iklimine sunulmuş yamalı gülüşler, korku ve
cesaret kardeşliğinde ruhla terbiye olmuş düşüncelerle doludur. Herkesle, her zaman
ve her yerdedir…
Yıkımlar
doludur boşluk… Cürümü oranında, yüreği çapında etkiler herkesi… Bazen bir
sevgilinin gidişinde, bazen bir babanın yitirilişinde, bazen de sıradan bir
günün tan kızıllığında demlenmiş mutlu mesut insan düşünün derinliklerinde
gösterir kendini. Çetelesi kabarık bir yalnızlık, cehennem kaçkını bir suskunlukla
sınar insanı. Küfür gibi durur insanın karşısında, mevsim normallerinin üzerine
taşır, dilsiz, dudaksız, lâl kılar. Bir adım ötesi sevinç ve kahkaha, bir adım
gerisi acı ve gözyaşı... Bir anı zerre-i miskal ve sakin, bir anı yedi başlı
dev ve ceberut… Çıtkırıldım şeffaf duygular, denizaşırı korkunç rüyalar, teskin
edilmez müphem acılar; kimine zaman dışı bir tuzak, kimine ateş üstü bir hamak…
Tanışır bir şekilde herkesle, değer bir şekilde her bir yana. Siyasi olanı
kaos, inançsal olanı şüphe, ruhsal olanı intiharlar doğurur. Çirkin bir
sinsilik taşır doğasında, nerde biri zayıf düşmüş, nerde biri eksiğe dönmüş,
gider onu bulur. Ne yaşantı fark eder ne de inanç; elmayı sevmez ama gider kurdu
olur.
&
Artık iyicene
tanışık olduğumuz çaycıdan demli bir çay daha isterken ben, güneş gözlüklü,
briyantin saçlı rehber hala bir yerleri gösteriyor, hala bir yerleri işaret
ediyordu.“Arkadaşlar, şu karşıda görünen
de tarihi On Gözlü Köprü’dür. Tarihi çok çok eskilere dayanır…” diyordu. Tabi
canım, insanların gezmekten kastı, isimleri akılda kalan güzel manzaralı
yerlerde, albümlerde saklanacak resimler çektirmek değil miydi? Kırklar Dağı’na
kırk kez gelinip, kırk kurban kestirildikten sonra dünyaya gelmiş Süryani kız
Suzan’ın, sevdasından deliye dönen Müslüman genç Adil’in hikâyesine ne gerek
vardı ki? Neden anlatsın ki rehber, Suzan’ın dillere destan, güzelliğe mekân
yüzünü, yedi dünya yedi cihan aşkını. Kırklar ziyaretinde geçirilmiş bir
gecenin ardından doğan vicdan sorgusunda Suzan’ın inancına yenilip On Gözlü
Köprü’nün üstünden kendini boşluğa bırakışını, Dicle Nehri’nin kırk gün yas
tutup, kırk gün ağlayışını, terki dünya bir aşığın yakarışını, Suzan Suzi
türkülerinin yakılışını anlatmasına ne gerek vardı ki…
Ne de olsa her
şeye bulaşmıştı“boşluk”; her yerdeydi…
Fotoğraf:https://www.pinterest.cl/pin/580753314425124981/?nic_v1=1afPPNb%2FKawZhCo6Fk2d4L9f%2BgQsZ2GfLecZb42NVvOxfFcrarIbzY0JEky1GAyJ2Y
Fotoğraf:https://www.pinterest.cl/pin/580753314425124981/?nic_v1=1afPPNb%2FKawZhCo6Fk2d4L9f%2BgQsZ2GfLecZb42NVvOxfFcrarIbzY0JEky1GAyJ2Y
1 Yorumlar
Etkileyici bir hikaye, kalemine sağlık.
YanıtlaSil