Boşluk...


Boşluk, Enver İleri

Onlarca medeniyete, farklı farklı uygarlığa ev sahipliği yapmış, geçmişin izlerini kara bazalt taşında günümüze taşımış Diyarbakır ili, köklü tarihinin gizemli coğrafyasında, gezmenin en heyecanlısını sunar insana. Her sokak başında bir hamama, her köşe başında bir hana, camiye, kiliseye veya sinagoga rastlayabilir, inançların abidevi mekânlarında soğuk sular içip, dar ve dolambaçlı sokakların köşe başı kıraathanelerinde, uzun ve görkemli sur diplerinin dumanlı, tabureli ciğercilerinde ülkenin gidişatını yorumlayabilir, serin mi serin naneli ayranlar içebilirsiniz.
Hafta sonraları yapacak daha iyi bir işim olmadığında genelde yaptığım şeydi; Dağkapı Meydanı’nda dolmuştan iner, Hasanpaşa Hanı’nı, Ahmet Arif ve Cahit Sıtkı Tarancı Müzelerini, Ulu Cami’yi gezer, Çarşiya Şewitî’nin içinden, bakırcı ve eskicilerin dar sokaklarından geçerek Dengbêj Evi’ne uğrar, efsanevi kahramanların masalsı aşk hikâyelerini, güleç yüzlü yaşlıların hazin sesinden dinler, Aşefçiler Çarşısı’nın içinden, Yoğurt Pazarı’nın yanından, Deliler Hanı’nın kapısından geçip Keçi Burcu’na çay içmeye gelirdim.
Ve yine o özel günlerden biriydi. Keçi Burcu’nun üstünde, güzel mi güzel bir havada bir yandan kaçak çayımı yudumluyor, bir yandan gelen giden insanların hayranlık dolu bakışlarını seyrediyordum. Karşıda Kırklar Dağı ve On Gözlü Köprü, aşağıda Dicle Nehri ve tarihi Hevsel bahçeleri… Elinde küçük bir defter, boynunda bir tanıtım kartı olan güleç yüzlü genç bir adam, on kişilik bir kafileye aşağıları gösteriyor ve “ Değerli misafirler, şu gördüğünüz “boşluk”  Dicle vadisidir” diyordu. Küçük bilgiler vererek ve işaret parmağıyla göstererek, cılız bir ifadeyle şehri tanıtıyordu… Sormadan edemiyordum kendime; var olan bu efsanevi doğa mıydı asıl boşluk, yoksa bilgisiz ve içi boş bir anlatımda, bir şehrin tarihini insanlara sunma işine girişmek mi?  Eline anahtarı alanın usta, tahta alanın marangoz, direksiyon alanın şoför olması mıydı?
&
Benzetmesiz bir lisan, betimlemesiz bir zaman kuytuluğundan, dalgın ve düşünceli heykel duruşuna; esrik ve pörsümüş bir ruh halinden tümcesi perişanlık yalnızlık moduna geçişin çirkin ve sevimsiz suretidir boşluk…  Adı konulamayan yaşantılar, istif edilemeyen arzular, tekrar tekrar dinlenip bıktırmayan şarkılar yüklüdür.  Tamama erme, bütünü yakalama emektarı insanın, vicdan ile nefs sorgusuna yenildiği ölü aydınlık gecelerin sabrı incelmiş kefareti; biçare bir zayıflığın sıska ve çelimsiz esaretidir… Çarpık bir tebessüm, köhne bir hayat veya gözleri gayba dikili ebedi bir vuslat; kesif bir sessizliğin yüklediği sıfatsızlık halidir boşluk… Yüreğin derinliklerine okunmuş okunaksız şiirler, cenaze töreni iklimine sunulmuş yamalı gülüşler, korku ve cesaret kardeşliğinde ruhla terbiye olmuş düşüncelerle doludur. Herkesle, her zaman ve her yerdedir…  
Yıkımlar doludur boşluk… Cürümü oranında, yüreği çapında etkiler herkesi… Bazen bir sevgilinin gidişinde, bazen bir babanın yitirilişinde, bazen de sıradan bir günün tan kızıllığında demlenmiş mutlu mesut insan düşünün derinliklerinde gösterir kendini. Çetelesi kabarık bir yalnızlık, cehennem kaçkını bir suskunlukla sınar insanı. Küfür gibi durur insanın karşısında, mevsim normallerinin üzerine taşır, dilsiz, dudaksız, lâl kılar. Bir adım ötesi sevinç ve kahkaha, bir adım gerisi acı ve gözyaşı... Bir anı zerre-i miskal ve sakin, bir anı yedi başlı dev ve ceberut… Çıtkırıldım şeffaf duygular, denizaşırı korkunç rüyalar, teskin edilmez müphem acılar; kimine zaman dışı bir tuzak, kimine ateş üstü bir hamak… Tanışır bir şekilde herkesle, değer bir şekilde her bir yana. Siyasi olanı kaos, inançsal olanı şüphe, ruhsal olanı intiharlar doğurur. Çirkin bir sinsilik taşır doğasında, nerde biri zayıf düşmüş, nerde biri eksiğe dönmüş, gider onu bulur. Ne yaşantı fark eder ne de inanç; elmayı sevmez ama gider kurdu olur.
&
Artık iyicene tanışık olduğumuz çaycıdan demli bir çay daha isterken ben, güneş gözlüklü, briyantin saçlı rehber hala bir yerleri gösteriyor, hala bir yerleri işaret ediyordu.“Arkadaşlar, şu karşıda görünen de tarihi On Gözlü Köprü’dür. Tarihi çok çok eskilere dayanır…” diyordu. Tabi canım, insanların gezmekten kastı, isimleri akılda kalan güzel manzaralı yerlerde, albümlerde saklanacak resimler çektirmek değil miydi? Kırklar Dağı’na kırk kez gelinip, kırk kurban kestirildikten sonra dünyaya gelmiş Süryani kız Suzan’ın, sevdasından deliye dönen Müslüman genç Adil’in hikâyesine ne gerek vardı ki? Neden anlatsın ki rehber, Suzan’ın dillere destan, güzelliğe mekân yüzünü, yedi dünya yedi cihan aşkını. Kırklar ziyaretinde geçirilmiş bir gecenin ardından doğan vicdan sorgusunda Suzan’ın inancına yenilip On Gözlü Köprü’nün üstünden kendini boşluğa bırakışını, Dicle Nehri’nin kırk gün yas tutup, kırk gün ağlayışını, terki dünya bir aşığın yakarışını, Suzan Suzi türkülerinin yakılışını anlatmasına ne gerek vardı ki…

Yorum Gönder

1 Yorumlar