Bir Evi Olmalı İnsanın...



Bir Evi Olmalı İnsanın, Enver İleri


İlk defa girdiğim bir evde dikkat ettiğim ilk şey uyumdur. Mobilyaların salonla, döşemelerin boyayla, bütün evin ev sahibinin karakteriyle uygunluğuna dikkat ederim ilkin. Hangi masa nereye konulmuş, hangi odaya ne tür perde asılmış, hangi eşya ön plana alınmış merak ederim. Beğendiğim detayları övgü dolu sözlerle dile getirir, hoşuma gitmeyenleri ise “Ben olsaydım” ile başlayan cümleler kurup, yorumlarım. Öneride bulunur, seçenekler sunar, daha önce görüp beğendiğim evlerden çeşitli örnekler veririm. Çünkü bir evin tamamlayanlarının olduğunu düşünürüm. Kıyıda köşede bir yerlerde duran ve bir evin olmazsa olmazlarını oluşturan tamamlayanlar. Mesela bir evin güneşe bakan bir yanının olup olmaması, evin bir köşesinde sahibinin karakteristik yanını özetleyen özel bir şeylerin bulunup bulunmaması önemlidir benim için. Evin kokusunu sahibinden alması gerektiğini düşünürüm. Ya da en azından evin kendisine has bir kokusunun bulunmasını…  Öyle düzen, temizlik, sadelik falan çok ilgimi çekmez, lakin dağınıklığın kendinceliğini çok severim. Çünkü yağlı bir boyanın ince detayları yapılırken dağıtılan bir oda ile romantik bir aşk filminin çekirdekli dağınıklığı arasında güçlü bir fark vardır. Yerde duran buruşuk kâğıt parçasında sevgiliye verilmek üzere alıntılanmış bir Nazım şiiri de bulunabilir, kapıcıya verilmek üzere listelenmiş kabarık bir masraf çizelgesi de…
Özeli severim örneğin… Kişinin sürekli oturdu bir koltuğu, sürekli çay içtiği bir bardağı ya da muhabbetine şerbet döken, cinli perili hayali bir kahramanının olmasını kıymetli görürüm. Sesini sadece kendisinin duyduğu, hikâyelerinin sadece onun tarafından bilindiği, acıya derman, sevince ortak olmayı becerebilen bir kahraman.  İnsana, yaşamdaki hiçbir boşluğunun doldurulamaz olmadığını, hiçbir insanın vazgeçilmez bir değer taşımadığını ve hiçbir hüznün tıpkı sevinçler gibi sonsuza kadar yaşamadığını hatırlatan umutperver bir arkadaş… Her insan, içinde bir deli taşımalı bana göre, en az bir yalnızla arkadaşlık kurmalı. Özelini paylaştığı, küfrettiği, sadık olmayı sevdiği deli bir sesle yalnızlığı yaşamalı. İster sahi, ister düş… Ama koltuğuyla konuşabilmeli, içtiği çayın memleketini sorabilmeli, pencereden dışarı korkmadan bakabilmeli. Çünkü o dur benim için yaşam. Deliklikle yalnızlık arasında sıkışıp kalan, insana insanı anlatandır en çok.
Hikâyeleri olmalı bir evin. Girdiğinde seni ilk onlar karşılamalı. İlk hoş geldini onlar söylemeli. İlk buyuru onlar etmeli. Televizyonun üzerinde duran kanatlı meleğin alınış anına, duvarda eğik duran anlamsız tablonun kimden, nasıl alındığına dair anılar barındırmalı. Hatırlandıkça hüzünlendiren, her akla geldiğinde sevindiren zamanlar, sese söze bulaşmış muhabbet mezesi akşamlar sunmalı. Kişinin kendisinin aldığı, arkadaşlarının getirdiği, eski sevgililerin unuttuğu türden objeleri de temas etmeli muhabbete. Misafirlerle onlar da konuşmalı. Onlar da itiraz etmeli, onlar da paydaş olmalı, onlar da sahiplenmeli ortamı.  Böyle nefes alır bir ev. Bu şekilde hayatta kalır. Yoksa ne anlamı kalır dört duvar, birkaç pencere, kalın sürgülü bir kapının. Ne tadı kalır, öyle cansız cemalsiz sıkılgan bir evin…
Tablolar olmalı her köşede. Her bakanın hikâyesini merak ettiği, çizerine, çizgisine, dönemine akıp gittiği türden. Dalıp götürmeli insanı renklerindeki gizeme. Siyahtaki hüzne, mavideki umuda, gölgedeki gizeme. Üzerinde ne bir ressam adı olmalı, ne de onu bir kalıba hapsedecek herhangi bir simge. Her inanca, her düşünceye, her mevsime, her zamana, her cinsiyete, her makama uygun olmalı. Özenle seçilmiş, özenle korunmuş türden. Bakıldığında bir şeylerin eksik kaldığını, yaşamın normal işleyişinde unutulmuş bir şeylerin aslında küçük simgelerde her zaman var olduğunu ve yaşamı anlamlı ve yaşanır kılan bütün güzel şeylerin hayatımızın bir köşesinde, bir yerlerde asılı durduğunu hatırlatmalı insana. Ne bir ata benzemeli bunlar murat taşıyan, ne de bir güvercin olmalılar laf götüren. Kim ne baktıysa onu görmeli karşısında, kim ne istediyse onu yaşamalı. Götürmeli geçmişe, hatırlatmalı eskiyi, taşımalı zamana. Anlatmalı…
Kitaplar olmalı mesela… Bir köşeye sarı sıcak bir hava katan, varlığıyla insana güzellik sunan, bir dekordan fazlasına sahip kitaplar. İnsana etki eden, insanları etkilerine çeken türden… Tavsiye edilen, beğenilen, tekrar tekrar okunması gerekenlerle dolu muhabbetleri olmalı bu kitapların. Efsaneleşen aşkları, klasikleşen dostlukları, kimsenin hatırlamadığı, unutulmaya yüz tutmuş kahramanları olmalı. Tüm yaşamını insanlığa, barışa, adalete ve umuda adamış yazarları, yüreğin ta en içine dokunmayı başarabilen, alıp dünyanın en uzak ucuna götürebilen şairleri olmalı.  Kimse yokken ev onlara emanet bırakılmalı mesela, yalnızlığın en keyifli anları onlarla paylaşılmalı, herkese dağıtılan sevgide onlara da pay ayrılmalı… Mesajları olmalı bu kitapların. Bir şeylerin okuyarak değişebildiğini, farklı yaşam ve hikâyelerin ortak sevinç ve hüzünlere taşıyabildiğini,  paylaşmanın erdem ve güzelliğini anlamalı insanlar bu güzel kitaplardan. Hayatın yemek yemek, uyumak ve nefes almaktan öte olduğunu okumalı. Gücün insan ve yaşamında olmadığını, huzur ve mutluluğun düşünebilmekte ve paylaşabilme olduğunu öğrenmeli… Taşımalı o evi geleceğe… Aktarmalı…
Çiçekleri olmalı bir evin. Öyle naylondan, plastikten falan değil. Bildiğin toprakta kökü, yaprağında kokusu olan türden. Her köşede, her boşlukta, her renkte… Rengini vermeli eve çiçekler. Yaşayan, büyüyen, güzelleşen şeylerin narin canlılığını getirmeliler ortama. İnsana durağan güzelliklerin anlamını sunmalılar. Tozları özenle silinmeli tabi, suları özenle verilmeli, güneşleri mevsimine göre narince ayarlanmalı her zaman. Birer isimleri de olmalı her birinin. Kendi karakterlerine, kendi renklerine, açtıkları mevsimlere göre birer sembolleri de girmeli eve. Hangi çiçek büyük dayıya benziyor, hangi yaprak huysuz yenge gibi kabarıyor bilinmeli. Çiçek açış biçimleri birisine, yaprak döküş halleri bir diğerine benzemeli. Geç açtıkları için nazlı da sayılmalı, tomurcuk vermedi diye pinti de görülmeliler. Ki yalnızlığı paylaşabilsinler ki yalnız sahiplerini sessizce dinleyebilsinler...
İyi yemekler pişmeli bir evde. Acele edilmeden yapılan, tadı damağı elden ele, dilden dile dolaşan türden. Gelen misafire hazır heyecanlar, gelmeyene davetkâr meraklar sunacak,  yayılan mis kokularında alta üste, eşe dosta, güzel bir mide acısı yaşatacak, şöyle baharatı, muhabbeti, mezesi bol olan türden. Senin zevkini, senin dokunuşunu, senin lezzetini sergileyen yemekler… Gelen misafir yemek yemenin sadece mideye inen bir şeylerin varlığından ibaret olmadığını, dost nefesli gülüşlerin aslında tuza, bibere, kıvama tat kattığını ve bazı yemeklerin güzel anılarla dolu bir geçmişle pişirilmeye başlandığını hatırlayacak onlarda.  Geçmişi getirecek sofraya yemekler. Birlikte gidilen sahilleri, beraber kaybolunan şehirleri, harçlık biriktirilerek alınmış biletleri getirecek. Dalıp gidilecek her lokmada eskilere. Yüzde tebessümler, kalpte mutluluklar artacak. Her yeni söz, her tatlı tebessüm, hatırlanası güzel insanların dışarılara taşan sevinçleriyle başlayacak. Bardaklar onlar için kalkacak, sonraki şiir onlar için okunacak, bir sandalye sırf onların çiğdem yüzlü gülüşleri için boş kalacak.  Ki yenilen her lokma dost olan için dolsun ki yemeğe oturan her dost aynı eksik lokmayla doysun… Yüceltsin…
Özel misafirleri olmalı bir evin, değerli misafirleri... Böyle zırt pırt, çat kapı gelenlerden değil, uzaklardan, kahve kızılı gecelerden gelen türden. İnsana, kahkaha ve gözyaşı kardeşliğini hatırlatan, görünce sevindiren, sarılınca ağlatan, zamanın birdenbireliğine inat her daim inandıklarıyla yaşayan, yaşadıklarıyla çoğalan misafirler.  Tabi bu özel misafirler için ayrılmış özel şeyleri de olmalı bir evin. Açılmamış Süryani şarapları, çifte kavrulmuş lokumları, özel baharatlı, farklı ülkelerden alınmış esrarengiz kokuları, dünyada çok az kalmış birbirinden değişik takıları olmalı. Kimi büyük uğraşlar sonunda alınmış olmalı, kimi yıllar sürmüş emeklerle tamamlanmış, kimi el emeği göz nuruyla yapılmış… Ki açıldığında “waaawww” dedirtsin insana. Kendisini özel hissettirsin. Önemsendiği bir yere adım attığını, burada bir değer gördüğünü, bu kapalı kutunun içine gizlenmiş, şahsına ait anıların kutsandığını fark etsin.  Yaşatabilsin aidiyeti misafirine o ev. “Geldiğin için mutluyum. Seninle daha da güzelleşti burası. Önemlisin bizim için” dedirtsin. Bir şeylerin tükenmediğini, bazı yaşamlar değerlerin devam ettiğini, güzel ve yaşanır olan her anın bir maneviyatının olduğunu hissettirsin ona. Ki tekrar gelebilsin ki tekrar gelebilmek adına kendince bir dost bahane bırakabilsin…

… 

Bir evi olmalı insanın. Dört duvarlı, pencereli, içinde çocuklar oynayan…

Fotoğraf:https://www.pinterest.co.uk/pin/419468152792327495/?nic_v1=1aya8bZgHk5eVza0AADBXERx0EVXnra%2BvtmZwiKx2%2B1FbqBv2gg5PnkurVTkd6PJSC

Yorum Gönder

0 Yorumlar