İlk defa girdiğim bir evde dikkat ettiğim ilk şey uyumdur. Mobilyaların salonla, döşemelerin boyayla, bütün evin ev sahibinin karakteriyle uygunluğuna dikkat ederim ilkin. Hangi masa nereye konulmuş, hangi odaya ne tür perde asılmış, hangi eşya ön plana alınmış merak ederim. Beğendiğim detayları övgü dolu sözlerle dile getirir, hoşuma gitmeyenleri ise “Ben olsaydım” ile başlayan cümleler kurup, yorumlarım. Öneride bulunur, seçenekler sunar, daha önce görüp beğendiğim evlerden çeşitli örnekler veririm. Çünkü bir evin tamamlayanlarının olduğunu düşünürüm. Kıyıda köşede bir yerlerde duran ve bir evin olmazsa olmazlarını oluşturan tamamlayanlar. Mesela bir evin güneşe bakan bir yanının olup olmaması, evin bir köşesinde sahibinin karakteristik yanını özetleyen özel bir şeylerin bulunup bulunmaması önemlidir benim için. Evin kokusunu sahibinden alması gerektiğini düşünürüm. Ya da en azından evin kendisine has bir kokusunun bulunmasını… Öyle düzen, temizlik, sadelik falan çok ilgimi çekmez, lakin dağınıklığın kendinceliğini çok severim. Çünkü yağlı bir boyanın ince detayları yapılırken dağıtılan bir oda ile romantik bir aşk filminin çekirdekli dağınıklığı arasında güçlü bir fark vardır. Yerde duran buruşuk kâğıt parçasında sevgiliye verilmek üzere alıntılanmış bir Nazım şiiri de bulunabilir, kapıcıya verilmek üzere listelenmiş kabarık bir masraf çizelgesi de…
Özeli severim örneğin… Kişinin
sürekli oturdu bir koltuğu, sürekli çay içtiği bir bardağı ya da muhabbetine
şerbet döken, cinli perili hayali bir kahramanının olmasını kıymetli görürüm. Sesini
sadece kendisinin duyduğu, hikâyelerinin sadece onun tarafından bilindiği,
acıya derman, sevince ortak olmayı becerebilen bir kahraman. İnsana, yaşamdaki hiçbir boşluğunun
doldurulamaz olmadığını, hiçbir insanın vazgeçilmez bir değer taşımadığını ve
hiçbir hüznün tıpkı sevinçler gibi sonsuza kadar yaşamadığını hatırlatan umutperver
bir arkadaş… Her insan, içinde bir deli taşımalı bana göre, en az bir yalnızla
arkadaşlık kurmalı. Özelini paylaştığı, küfrettiği, sadık olmayı sevdiği deli bir
sesle yalnızlığı yaşamalı. İster sahi, ister düş… Ama koltuğuyla konuşabilmeli,
içtiği çayın memleketini sorabilmeli, pencereden dışarı korkmadan bakabilmeli.
Çünkü o dur benim için yaşam. Deliklikle yalnızlık arasında sıkışıp kalan,
insana insanı anlatandır en çok.
Hikâyeleri olmalı bir evin.
Girdiğinde seni ilk onlar karşılamalı. İlk hoş geldini onlar söylemeli. İlk
buyuru onlar etmeli. Televizyonun üzerinde duran kanatlı meleğin alınış anına,
duvarda eğik duran anlamsız tablonun kimden, nasıl alındığına dair anılar
barındırmalı. Hatırlandıkça hüzünlendiren, her akla geldiğinde sevindiren
zamanlar, sese söze bulaşmış muhabbet mezesi akşamlar sunmalı. Kişinin
kendisinin aldığı, arkadaşlarının getirdiği, eski sevgililerin unuttuğu türden
objeleri de temas etmeli muhabbete. Misafirlerle onlar da konuşmalı. Onlar da
itiraz etmeli, onlar da paydaş olmalı, onlar da sahiplenmeli ortamı. Böyle nefes alır bir ev. Bu şekilde hayatta
kalır. Yoksa ne anlamı kalır dört duvar, birkaç pencere, kalın sürgülü bir
kapının. Ne tadı kalır, öyle cansız cemalsiz sıkılgan bir evin…
Tablolar olmalı her köşede. Her
bakanın hikâyesini merak ettiği, çizerine, çizgisine, dönemine akıp gittiği
türden. Dalıp götürmeli insanı renklerindeki gizeme. Siyahtaki hüzne, mavideki
umuda, gölgedeki gizeme. Üzerinde ne bir ressam adı olmalı, ne de onu bir
kalıba hapsedecek herhangi bir simge. Her inanca, her düşünceye, her mevsime,
her zamana, her cinsiyete, her makama uygun olmalı. Özenle seçilmiş, özenle
korunmuş türden. Bakıldığında bir şeylerin eksik kaldığını, yaşamın normal
işleyişinde unutulmuş bir şeylerin aslında küçük simgelerde her zaman var
olduğunu ve yaşamı anlamlı ve yaşanır kılan bütün güzel şeylerin hayatımızın
bir köşesinde, bir yerlerde asılı durduğunu hatırlatmalı insana. Ne bir ata
benzemeli bunlar murat taşıyan, ne de bir güvercin olmalılar laf götüren. Kim
ne baktıysa onu görmeli karşısında, kim ne istediyse onu yaşamalı. Götürmeli
geçmişe, hatırlatmalı eskiyi, taşımalı zamana. Anlatmalı…
Kitaplar olmalı mesela… Bir köşeye
sarı sıcak bir hava katan, varlığıyla insana güzellik sunan, bir dekordan
fazlasına sahip kitaplar. İnsana etki eden, insanları etkilerine çeken türden…
Tavsiye edilen, beğenilen, tekrar tekrar okunması gerekenlerle dolu muhabbetleri
olmalı bu kitapların. Efsaneleşen aşkları, klasikleşen dostlukları, kimsenin
hatırlamadığı, unutulmaya yüz tutmuş kahramanları olmalı. Tüm yaşamını insanlığa,
barışa, adalete ve umuda adamış yazarları, yüreğin ta en içine dokunmayı
başarabilen, alıp dünyanın en uzak ucuna götürebilen şairleri olmalı. Kimse yokken ev onlara emanet bırakılmalı
mesela, yalnızlığın en keyifli anları onlarla paylaşılmalı, herkese dağıtılan
sevgide onlara da pay ayrılmalı… Mesajları olmalı bu kitapların. Bir şeylerin okuyarak
değişebildiğini, farklı yaşam ve hikâyelerin ortak sevinç ve hüzünlere
taşıyabildiğini, paylaşmanın erdem ve
güzelliğini anlamalı insanlar bu güzel kitaplardan. Hayatın yemek yemek, uyumak
ve nefes almaktan öte olduğunu okumalı. Gücün insan ve yaşamında olmadığını,
huzur ve mutluluğun düşünebilmekte ve paylaşabilme olduğunu öğrenmeli… Taşımalı
o evi geleceğe… Aktarmalı…
Çiçekleri olmalı bir evin. Öyle
naylondan, plastikten falan değil. Bildiğin toprakta kökü, yaprağında kokusu
olan türden. Her köşede, her boşlukta, her renkte… Rengini vermeli eve çiçekler.
Yaşayan, büyüyen, güzelleşen şeylerin narin canlılığını getirmeliler ortama.
İnsana durağan güzelliklerin anlamını sunmalılar. Tozları özenle silinmeli tabi,
suları özenle verilmeli, güneşleri mevsimine göre narince ayarlanmalı her
zaman. Birer isimleri de olmalı her birinin. Kendi karakterlerine, kendi renklerine,
açtıkları mevsimlere göre birer sembolleri de girmeli eve. Hangi çiçek büyük
dayıya benziyor, hangi yaprak huysuz yenge gibi kabarıyor bilinmeli. Çiçek açış
biçimleri birisine, yaprak döküş halleri bir diğerine benzemeli. Geç açtıkları
için nazlı da sayılmalı, tomurcuk vermedi diye pinti de görülmeliler. Ki
yalnızlığı paylaşabilsinler ki yalnız sahiplerini sessizce dinleyebilsinler...
İyi yemekler pişmeli bir evde. Acele
edilmeden yapılan, tadı damağı elden ele, dilden dile dolaşan türden. Gelen
misafire hazır heyecanlar, gelmeyene davetkâr meraklar sunacak, yayılan mis kokularında alta üste, eşe dosta,
güzel bir mide acısı yaşatacak, şöyle baharatı, muhabbeti, mezesi bol olan
türden. Senin zevkini, senin dokunuşunu, senin lezzetini sergileyen yemekler… Gelen
misafir yemek yemenin sadece mideye inen bir şeylerin varlığından ibaret
olmadığını, dost nefesli gülüşlerin aslında tuza, bibere, kıvama tat kattığını
ve bazı yemeklerin güzel anılarla dolu bir geçmişle pişirilmeye başlandığını
hatırlayacak onlarda. Geçmişi getirecek
sofraya yemekler. Birlikte gidilen sahilleri, beraber kaybolunan şehirleri,
harçlık biriktirilerek alınmış biletleri getirecek. Dalıp gidilecek her lokmada
eskilere. Yüzde tebessümler, kalpte mutluluklar artacak. Her yeni söz, her
tatlı tebessüm, hatırlanası güzel insanların dışarılara taşan sevinçleriyle
başlayacak. Bardaklar onlar için kalkacak, sonraki şiir onlar için okunacak,
bir sandalye sırf onların çiğdem yüzlü gülüşleri için boş kalacak. Ki yenilen her lokma dost olan için dolsun ki yemeğe
oturan her dost aynı eksik lokmayla doysun… Yüceltsin…
Özel misafirleri olmalı bir evin,
değerli misafirleri... Böyle zırt pırt, çat kapı gelenlerden değil, uzaklardan,
kahve kızılı gecelerden gelen türden. İnsana, kahkaha ve gözyaşı kardeşliğini
hatırlatan, görünce sevindiren, sarılınca ağlatan, zamanın birdenbireliğine
inat her daim inandıklarıyla yaşayan, yaşadıklarıyla çoğalan misafirler. Tabi bu özel misafirler için ayrılmış özel şeyleri
de olmalı bir evin. Açılmamış Süryani şarapları, çifte kavrulmuş lokumları,
özel baharatlı, farklı ülkelerden alınmış esrarengiz kokuları, dünyada çok az
kalmış birbirinden değişik takıları olmalı. Kimi büyük uğraşlar sonunda alınmış
olmalı, kimi yıllar sürmüş emeklerle tamamlanmış, kimi el emeği göz nuruyla
yapılmış… Ki açıldığında “waaawww” dedirtsin insana. Kendisini özel
hissettirsin. Önemsendiği bir yere adım attığını, burada bir değer gördüğünü,
bu kapalı kutunun içine gizlenmiş, şahsına ait anıların kutsandığını fark etsin.
Yaşatabilsin aidiyeti misafirine o ev. “Geldiğin
için mutluyum. Seninle daha da güzelleşti burası. Önemlisin bizim için” dedirtsin.
Bir şeylerin tükenmediğini, bazı yaşamlar değerlerin devam ettiğini, güzel ve
yaşanır olan her anın bir maneviyatının olduğunu hissettirsin ona. Ki tekrar
gelebilsin ki tekrar gelebilmek adına kendince bir dost bahane bırakabilsin…
…
Bir evi olmalı insanın. Dört duvarlı,
pencereli, içinde çocuklar oynayan…
0 Yorumlar