Bir Çocuk Daha O Tahtaya Çıkabilsin...

Bir Çocuk Daha O Tahtaya Çıkabilsin, Enver İleri


“Gel tahtaya çöz.”
“Yok öğretmenim, başkası çözsün”
“Oğlum, gel çöz”
“Öğretmenim, başkası çözsün”
Bazı hikâyeler, yaşanmış bazı olayların, uzun mesafelerle aralanmış, yaşanmışlıklarla dolu bazı zamanların, hiç beklenilmeden ortaya çıkan ve insanın bütün hayat ilkelerini değiştirebilecek kadar etkili bazı karmaşık tesadüflerin ardından, onların bir sonucu ya da devamı olarak anlamlaşır.  Bazı hikâyelerin çekicilikleri aylar, yıllar sonra dikkat edilir olmaya, en derine dokunmaya, en saklı olana temas etmeye başlar.  Bazılarının girişi, bazılarının anlatılışı, bazılarının derinden yakan acısı çeker insanı kendine. Benzeyen yanları, eksik kalan tarafları, anlatıcının samimi ve yoğun bakışları etkiler sizi. “Daha önce yaşadım bunu” ,“Evet, bu benim hikâyem, bunu ben yaşadım” dedirtir size. Yaşanılan şeyin ortak hüzünlerine taşıyıp, ortak sevinçlerine götürür sizi. İçinde bulursunuz kendinizi bir anda. Ayağı kanayan çocuğa dönüşür, yavrusu ölen kuzuya üzülür, bir baba nasihatinin en anlamlı tokadıyla çarpılırsınız. Girersiniz o hikâyeye…
Böyle bir şeydi Koçer’in hikâyesi. İlk andan itibaren etkisi altına alan, sözden önce gözlere doluşan, dinlemeyi zaruri kılan bir sıcaklıktaydı. Yoğun bir çocukluğun, yaşanmış ve paydaş olunmuş, acılı, hüzünlü, bol mücadeleli ama bir o kadar da umutlu bir yolculuğun anlatımıydı. Öğrencilik yıllarında gerçekleşmişti. Askerden dönen ağabeyin eskimiş, pörsümüş ama kimsede olmadığından ve galiba onu büyük gösterdiğinden giyilmiş olan postalının okulda nasıl yırtıldığına ve farklı bir şeyler giymenin heyecanından, bir öğrencinin yaşayabileceği en anlamlı ve geleceğe taşıyan hikâyesine giden bir serüvendi. Tuhaftı, çocukçaydı ama herkesçeydi…  
“Okul yıllarındaydım. Ağabeyim askerden yeni gelmiş ve gelirken de postallarını teslim etmeyerek beraberinde getirmişti. İlk gördüğüm anda çok sevmiştim onları. Büyüklükleriyle, uzun ve kalınca bağlarıyla, boyanmaktan çatlamış fakat hala ayakta durabilen derileriyle etkilemişlerdi beni. O gün okula onlarla gitmek ve arkadaşlarımın meraklı bakışları arasında onlarla yürümek istemiştim. İlk istememde hayır cevapları alsam da isteğimden geri dönmemiş ve ısrar ederek, duygusaldan girerek almıştım onları bir şekilde.  Lakin giyince fark etmiştim ki dışarıdan kaya gibi duran ayakkabı, giyince bir avuç toprağa dönüşmüştü ayağımda. Tabanı çivilerle bağlanmış, üst derisi kalın iplerle dikilmiş ve yan tarafı bu çivilere acemice bağlanmış olan bu postalın birkaç giyimlik ömrü kalmıştı sadece. Onunla bir yerlere gitmek, uzun süre giymek, kışı falan geçirmek imkânsızdı. Fakat yapacak bir şey yoktu.  Giyilmişti bir kere ve okula onlarla gidilecekti.
Ayaktan düşmemesi için edilen dualar, pürdikkat edilerek atılan küçük adımlar ve yavaş hareketlerle uzun bir zamanda gelinebilen okulda nihayet sırama oturabilmiştim. Sınıfın en arka sırasında oturuyordum. Sınıfın en başarılı öğrencisiydim ve ders, benim hayatımın neredeyse yarısını oluşturan, tüm zevklerimden, tattığım tüm hazlardan bir derece yukarıda duran matematikti. Çok seviyordum matematiği. İşlemleri, çözümleri, bir şeyler aramanın ve bir şeyler bulmanın insana huzur verdirten denklemlerini… Hayatımın çok önemli bir yerine koymuştum hepsini. Öğretmenim de bunun farkındaydı. Sınıfa gelince gözü beni arar, yazdığı soruyu çözmem için hep benim parmağımı yoklardı.
Yine aynı biçimde gerçekleşti düzen. Öğretmen geldi, yoklamayı aldı ve çözülmek üzere tahtaya bir geometri sorusu çizdi. “Çözen var mı?” dedi. Kimse yok. “Sonucu bulan var mı?” Kimsede çıt yok. İçim içimi yiyor. Bir an önce kalkıp çözmek, öğretmenin ve arkadaşlarımın övgü dolu bakışları arasında, salına salına sırama dönmek istiyordum fakat yapamıyordum. Eminim ki adım attığım gibi ayakkabımın tabanı yırtılacak ve rezil olacağım. Öğretmen de ikide bir bana bakıyor ve rahatlıkla çözebileceğim bu soruya neden parmak kaldırmadığımı merak ediyor tabi. Bir, iki, üç derken gayriihtiyari “İki kök üç” cevabı çıkıverdi ağzımdan. Öğretmen gel dedi, gidemedim, tahtaya çık dedi, çıkamadım; öyle birkaç dakika mücadele ettik. Olmayacağını anlayınca kalktım ve sağ ayağımı öne doğru atıp, diğeriyle ayakkabıyı zeminden ayırmamak için yere sürüyerek ve parmak uçlarıyla bastırarak topal, aksak tahtaya ulaştım. Zor oldu biraz ama kimse anlamadı. Soruyu çözdüm, tebriği aldım ve bir şeyler çözmüş olmanın o mutluluk dolu heyecanıyla sırama doğru yürümeye başladım. Tabi ben yürüdüm ama ayakkabım tahta da kaldı. Herkes baktı, güldü, ben de baktım, ben de güldüm; bitirdim günü.”
Koçer, yüreği güzel bir insan. Anlatı geleneğinden gelen, yoğun etkileşimli bir çocuklukla büyümüş, bir şeyler paylaşmanın insanın hayatında hiç yeşermeyen çiçekleri açabildiğini, hiç kanat çırpmamış güvercinleri özgürlüğün en zenginine taşıyabildiğini bilen bir insan. Umudun aktarılabilir olduğunu, hayal etmenin bazen paylaşmakla çoğaldığını ve küçük bir dokunuşun nasıl devasa değişimler ve yaşamlar yaratabildiğini görebilen, umutlu bir insan.
“Bir şeyler yapmalı” diyor. “Herkes küçüğünden, ufağından ama bir şekilde bir köşesinden tutup bu değişimi yaratmalı. Ayakkabıysa ayakkabı, silgiyse silgi, defterse defter ama o tahtaya bir çocuk daha çıkabilmeli” diyor. Hayatın her zaman herkese eşit dağılmayan doğasına, her renge eşit dağılmayan bereketine, her eve eşit doğmayan güneşine kızıyor.  Payına fazla düşenin mutluluğu hak ettiğini düşünmesi,  payı eksik kalanın ölü umutlarla yaşamasını kabullenemiyor. “Karanlık her geceye bir ışık yaratmalı insan; küçük ama en uzaktan görülebilen.”
Güzel söylüyor Koçer. Çok güzel söylüyor…



Yorum Gönder

0 Yorumlar