“Gel
tahtaya çöz.”
“Yok
öğretmenim, başkası çözsün”
“Oğlum,
gel çöz”
“Öğretmenim,
başkası çözsün”
…
Bazı hikâyeler, yaşanmış bazı olayların, uzun
mesafelerle aralanmış, yaşanmışlıklarla dolu bazı zamanların, hiç beklenilmeden
ortaya çıkan ve insanın bütün hayat ilkelerini değiştirebilecek kadar etkili
bazı karmaşık tesadüflerin ardından, onların bir sonucu ya da devamı olarak
anlamlaşır. Bazı hikâyelerin
çekicilikleri aylar, yıllar sonra dikkat edilir olmaya, en derine dokunmaya, en
saklı olana temas etmeye başlar. Bazılarının girişi, bazılarının anlatılışı,
bazılarının derinden yakan acısı çeker insanı kendine. Benzeyen yanları, eksik
kalan tarafları, anlatıcının samimi ve yoğun bakışları etkiler sizi. “Daha önce
yaşadım bunu” ,“Evet, bu benim hikâyem, bunu ben yaşadım” dedirtir size. Yaşanılan
şeyin ortak hüzünlerine taşıyıp, ortak sevinçlerine götürür sizi. İçinde
bulursunuz kendinizi bir anda. Ayağı kanayan çocuğa dönüşür, yavrusu ölen
kuzuya üzülür, bir baba nasihatinin en anlamlı tokadıyla çarpılırsınız. Girersiniz
o hikâyeye…
Böyle bir şeydi Koçer’in hikâyesi. İlk andan itibaren
etkisi altına alan, sözden önce gözlere doluşan, dinlemeyi zaruri kılan bir
sıcaklıktaydı. Yoğun bir çocukluğun, yaşanmış ve paydaş olunmuş, acılı,
hüzünlü, bol mücadeleli ama bir o kadar da umutlu bir yolculuğun anlatımıydı. Öğrencilik
yıllarında gerçekleşmişti. Askerden dönen ağabeyin eskimiş, pörsümüş ama
kimsede olmadığından ve galiba onu büyük gösterdiğinden giyilmiş olan
postalının okulda nasıl yırtıldığına ve farklı bir şeyler giymenin heyecanından,
bir öğrencinin yaşayabileceği en anlamlı ve geleceğe taşıyan hikâyesine giden
bir serüvendi. Tuhaftı, çocukçaydı ama herkesçeydi…
“Okul yıllarındaydım. Ağabeyim askerden yeni gelmiş
ve gelirken de postallarını teslim etmeyerek beraberinde getirmişti. İlk
gördüğüm anda çok sevmiştim onları. Büyüklükleriyle, uzun ve kalınca bağlarıyla,
boyanmaktan çatlamış fakat hala ayakta durabilen derileriyle etkilemişlerdi
beni. O gün okula onlarla gitmek ve arkadaşlarımın meraklı bakışları arasında
onlarla yürümek istemiştim. İlk istememde hayır cevapları alsam da isteğimden
geri dönmemiş ve ısrar ederek, duygusaldan girerek almıştım onları bir şekilde.
Lakin giyince fark etmiştim ki dışarıdan
kaya gibi duran ayakkabı, giyince bir avuç toprağa dönüşmüştü ayağımda. Tabanı çivilerle
bağlanmış, üst derisi kalın iplerle dikilmiş ve yan tarafı bu çivilere acemice
bağlanmış olan bu postalın birkaç giyimlik ömrü kalmıştı sadece. Onunla bir
yerlere gitmek, uzun süre giymek, kışı falan geçirmek imkânsızdı. Fakat yapacak
bir şey yoktu. Giyilmişti bir kere ve okula
onlarla gidilecekti.
Ayaktan düşmemesi için edilen dualar, pürdikkat
edilerek atılan küçük adımlar ve yavaş hareketlerle uzun bir zamanda
gelinebilen okulda nihayet sırama oturabilmiştim. Sınıfın en arka sırasında
oturuyordum. Sınıfın en başarılı öğrencisiydim ve ders, benim hayatımın
neredeyse yarısını oluşturan, tüm zevklerimden, tattığım tüm hazlardan bir
derece yukarıda duran matematikti. Çok seviyordum matematiği. İşlemleri,
çözümleri, bir şeyler aramanın ve bir şeyler bulmanın insana huzur verdirten
denklemlerini… Hayatımın çok önemli bir yerine koymuştum hepsini. Öğretmenim de
bunun farkındaydı. Sınıfa gelince gözü beni arar, yazdığı soruyu çözmem için
hep benim parmağımı yoklardı.
Yine aynı biçimde gerçekleşti düzen. Öğretmen geldi,
yoklamayı aldı ve çözülmek üzere tahtaya bir geometri sorusu çizdi. “Çözen var
mı?” dedi. Kimse yok. “Sonucu bulan var mı?” Kimsede çıt yok. İçim içimi yiyor.
Bir an önce kalkıp çözmek, öğretmenin ve arkadaşlarımın övgü dolu bakışları
arasında, salına salına sırama dönmek istiyordum fakat yapamıyordum. Eminim ki
adım attığım gibi ayakkabımın tabanı yırtılacak ve rezil olacağım. Öğretmen de
ikide bir bana bakıyor ve rahatlıkla çözebileceğim bu soruya neden parmak
kaldırmadığımı merak ediyor tabi. Bir, iki, üç derken gayriihtiyari “İki kök
üç” cevabı çıkıverdi ağzımdan. Öğretmen gel dedi, gidemedim, tahtaya çık dedi,
çıkamadım; öyle birkaç dakika mücadele ettik. Olmayacağını anlayınca kalktım ve
sağ ayağımı öne doğru atıp, diğeriyle ayakkabıyı zeminden ayırmamak için yere
sürüyerek ve parmak uçlarıyla bastırarak topal, aksak tahtaya ulaştım. Zor oldu
biraz ama kimse anlamadı. Soruyu çözdüm, tebriği aldım ve bir şeyler çözmüş
olmanın o mutluluk dolu heyecanıyla sırama doğru yürümeye başladım. Tabi ben
yürüdüm ama ayakkabım tahta da kaldı. Herkes baktı, güldü, ben de baktım, ben
de güldüm; bitirdim günü.”
Koçer, yüreği güzel bir insan. Anlatı geleneğinden
gelen, yoğun etkileşimli bir çocuklukla büyümüş, bir şeyler paylaşmanın insanın
hayatında hiç yeşermeyen çiçekleri açabildiğini, hiç kanat çırpmamış güvercinleri
özgürlüğün en zenginine taşıyabildiğini bilen bir insan. Umudun aktarılabilir
olduğunu, hayal etmenin bazen paylaşmakla çoğaldığını ve küçük bir dokunuşun
nasıl devasa değişimler ve yaşamlar yaratabildiğini görebilen, umutlu bir
insan.
“Bir şeyler yapmalı” diyor. “Herkes küçüğünden,
ufağından ama bir şekilde bir köşesinden tutup bu değişimi yaratmalı.
Ayakkabıysa ayakkabı, silgiyse silgi, defterse defter ama o tahtaya bir çocuk
daha çıkabilmeli” diyor. Hayatın her zaman herkese eşit dağılmayan doğasına,
her renge eşit dağılmayan bereketine, her eve eşit doğmayan güneşine
kızıyor. Payına fazla düşenin mutluluğu
hak ettiğini düşünmesi, payı eksik
kalanın ölü umutlarla yaşamasını kabullenemiyor. “Karanlık her geceye bir ışık
yaratmalı insan; küçük ama en uzaktan görülebilen.”
Güzel söylüyor Koçer. Çok güzel söylüyor…
0 Yorumlar