İçinde bir
his, o gün kötü bir şeylerin olacağını söylemişti ona. Gözlerinin önünden
aniden geçen, kulağına sinsice üfleyen gölge ruh, bir şeylerin yolunda
gitmeyeceğini haber etmişti. Garip bir tedirginlik vardı üstünde. Anlamlandıramadığı
bir heyecana kapılmıştı. Benzer şeyler yaşamıştı oysa daha önce. Aşinaydı bu
duruma. Tanıdıktı yaşadıkları… Her seferinde aynı korkuya kapılmış, aynı
telaşla savaşmış ve yine kendi haline gülmüştü nihayetinde. Ne kadar
güvenebilirdi ki iç sesine? Ne kadar
doğru olabilirdi ki duyguları? Bir virüs gibi beyni kemiren, davranışlarımızı
sansürleyip, yaşamsal endişeler yumağında duruşumuza hükmeden bu engelleyici
unsur, ne kadar etki edebilirdi ki insana? Farkındaydı durumun; bilincindeydi. Ama bu
sefer, iş ciddiydi. Farklı bir manzara vardı karşısında. Açılan kapının
eşiğinde, sinirden salya sümük bağıran bir baba, duvar dibinde, ağlamaktan
gözleri morarmış bir kardeş ve “Git, ne olur artık git!” bakışlarında bir anne
duruyordu. “Ait değilsin buraya. Yeter artık! Al ateşini, git başkasını yak…”
diyordu. Gidişi gösteriyordu bütün sesler, yalnızlığı sunuyordu. Kendisi de
biliyordu. İlk kez, doğruyu gösteriyordu bozuk saat. İlk kez yanılmamıştı
hakikat dengesi. İlk kez görünmüştü gerçek yalnızlığa yolculuk…
Yaptığı yaramazlıkların haddi hesabı
olmamıştı çocukluğunda. Kırmadık pencere, çalmadık kapı zili bırakmamış, mahallede
kavga etmediği çocuğu yaşamında eksik bir yaşantı saymıştı. Ne okul okumuştu,
ne bir işe girmişti, ne de babasının yıllarca istediği terbiyeli, uslu çocuğu
oynayabilmişti. Ama artık büyümüş ve masumiyet iklimini çoktan geride
bırakmıştı. Artık gerçeklerin soğuk yüzünü, yaşamın tozpembe hüznünü tatmaya
başlamıştı. Özlemle anmıştı çocukluğunu oysa, acıyla özlemişti. Ne zaman
büyüdüğünü düşünse, babasına zorla aldırdığı ve dükkândan ayrılır ayrılmaz,
babasını atlatıp, gidip ayakkabıcıya “Babam vazgeçti…” diyerek parasını geri
aldığı ayakkabılarını hatırlardı. Ayakkabı parasını alıp akşama kadar nasıl
istediği her şeyi aldığını, akşam yiyeceği dayağı yediği tost ve limonatalarda
nasıl unuttuğunu, bir ayakkabı parasının
bir çocuğun yaşamında nasıl bitmeyecek kadar büyük bir para olduğunu düşünürdü.
Nerelerden beslenirse beslensin, hangi renge hangi oranda bürünürse bürünsün
fark etmiyordu; insan, geçmişiyle ilgili sadece güzel olanı hatırlıyordu.
Aşklarını, heyecanlarını, başıboş gezmelerini özlüyordu. Gelinen nokta, varılan
sonuç ne olursa olsun, insan en çok geçmişini sahipleniyordu.
O da bunu yaptı. İnsanların hayatlarını yalnızca bir an’a
dayanarak yargılamaktan her zaman kaçındığı gibi, bu eylemin vicdan
uyuşmazlığını da uzaklaşarak gidermeye çalıştı. Ne de olsa mutlu aileler
birbirine benzerdi ve ne de olsa, eninde sonunda tekrar birlik olmayı
başarırlardı… Zamanın ilaç olmasına dayadı sırtını ve uyuyan ruhun uyanışının,
birilerine sarılmaktan geçtiğine inandı. Ayrıldı evden. Eteğinde
biriktirdikleri, avucunda taşıdıklarına sığınarak uzaklaştı. İki yol belirdi önünde.
Bir türlü ait olamadığı ailesi ve bir türlü sahip çıkamadığı benliği…
Sorgulamaya başladı her şeyi. Geçmişin insana yüklediği yaşamsal mirası,
parçası parçasına ayrıştırmaya başladı. İki sonuca vardırdı insanı. İki büyük
kategoriye ayırdı. Ait olunanlar ve sahip olunanlar. Sahip olunanlar açıktı
herkes için; ev, araba, kurşunkalem, oyuncak bebek veya ceviz başlıklı baston.
Her yaşa her cinsiyete göre ve farklı farklı nesneler vardı. Ama aidiyet
farklıydı. Belki de insanın en geç keşfettiği şeydi kendisi ve aidiyet onun en
mahrem yerinde gizliydi. İstenildiğinde bırakılamıyordu sahip olunanlar gibi.
İstenildiğinde değiştirilemiyordu. Bireysel uğraş bazen bir şey ifade etmiyor,
işe yaramıyordu. Sonradan dâhil olunan bu hazır kural düzen uyumu gerekli,
sadakati zorunlu kılıyordu. Onun doğruları, onun ilkeleri ve onun sınırları…
Aile de onlardan bir tanesiydi, kültürde bir tanesiydi, din de, cinsiyet de. Sizin
onlara karşı çıkışınız, onlar gibi davranmayıp onlar gibi giyinmeyişiniz, uygun
görüleni yapmayıp kendi sesinize yönelişiniz birer kovulma nedeni, birer
cezalandırma sebebi olabilirdi. Gerektiğinde ayrı tutulabilir, gerektiğinde
küçük düşürülebilir, gerektiğinde yok sayılabilirdiniz… İyice düşündü bu durumu.
Derinliğine daldı aitliğin. En ait olanı aradı. Aidiyet ikliminde gövdesi en
kalınını bulmaya çalıştı ve iki cengâvere rastladı. Biri âşık, diğeri muhtaç.
En çok onlarda gördü samimiyeti, en çok onları benzetti kendisine. Ve hak
verdi. Ya bir şeye çok âşık olmak gerekiyordu bu denli, ya da çok muhtaç. Ya sonucun
şekline bürünüyordu aidiyet ya sonuçta amaç.
Sahip olduklarına âşık olan pintileri
düşündü bir ara, zavallılıklarına yandı. Ait olduklarına muhtaç olanları,
muhtaç olduklarına âşık olanları, ne sahip ne ait olabilen yalnızları düşündü;
yaşamlarına daldı. Ailesini koydu bir tarafa, diğer tarafa kalanları. Sordu
teker teker hepsine: “İçinde anne geçen bir cümleyi hanginiz cehenneme
benzetebilir?” “İçinde yalnızlık olan bir cümleyi hanginiz aileye
bütünleyebilir?” İçinde aşk olmayan aidiyeti insana tamamlayamadı hiçbiri. Cevap
veremedi hiçbiri sorularına. Ne olsa zalimdi doğası insanın; en çok sevilenler,
en çok nefret edilene dönüşebilirdi nihayetinde. Durgun düzeninde betondan
zannedilen yapılar, rüzgâr ödleği bir samana dönüşebilirdi. Bunları getirdi
aklına. Geçmişini düşündü uzun uzun. Rahatladı biraz, sakinleşti.
&
İki gün sonra eve gitmeye karar verdiğinde,
artık ne yapması gerektiği hakkındaki fikri de oluşmuştu. İki günlük sorgunun
doğurduğu gerçekler, atacağı adımın rengi, yönü ve duruşu olmuştu. Eve
vardığında bıraktığının aksine sakin bir ev ortamı buldu karşısında. Yemekler
yenilmiş, pijamalar giyilmiş, çay sohbetli televizyon safhasına geçilmişti.
Kapıyı kardeşi açtı. Gözlerinde umut ve korku dolu bakışlarla annesine baktı. “
Anne, abim gelmiş” demek istedi bakışları. Annesi ayağı kalktı ve yalvarır
gözlerle “ Ne olur tekrar sorun çıkmasın” dedi. Ve babası, bazen içindeki ruhun
buzdan olduğuna inandığı babası, hiç aldırmıyormuş gibi kanal değiştirmeye
çalışırken kendisi söze girdi. “İlkokula beni gönderdiğinizde henüz beş
yaşındaydım. Herkes düz ve yuvarlak çizgiler çizmeye çalışırken, ben altıma
işiyordum. Zorla beni okula götürdünüz ve çalışkan olmamı beklediniz. Dört yıl
üst üste okumaya geçemediğimde, küçük oluşuma değil beceriksiz olduğuma kanaat
getirdiniz. Arkadaşlarım mahalle maçlarında, sokak oyunlarında zaman geçirirken
ben marangoz çırağıydım. Sebebiniz hazırdı “Bari adam olsun” dediniz. Bütün
arkadaşlarım büyüyüp sinemaya, cafeye gittiklerinde benim burnumun sürtmesini tercih
edip harçlıklarımı kestiniz. Sonuçta ne benim arkadaşlarım sizin yaşantınıza
girdi, ne de siz onları benimsediniz… Eğrisiyle doğrusuyla bu yaşıma geldim ve
son iki gündür, inanın bunu günü gününe düşündüm. Her anını, her dakikasını,
saniye saniye gözlerimin önünden geçirdim. Ve aileye ait olmamakla suçladığınız
oğlunuz olarak size sunu sormak için geldim.” Anne, baba, peki siz bana ne
kadar sahiptiniz?”
Fotoğraf:https://www.pinterest.com/pin/301741243766144956/?nic_v1=1aneUGgo3OgNp04zVPlQK%2B1lPiK2U%2Flwj6xzEuMNO9x3B3LgMd95R1iGq452tpOih2
0 Yorumlar