Aidiyet...



Aidiyet, Enver İleri

İçinde bir his, o gün kötü bir şeylerin olacağını söylemişti ona. Gözlerinin önünden aniden geçen, kulağına sinsice üfleyen gölge ruh, bir şeylerin yolunda gitmeyeceğini haber etmişti. Garip bir tedirginlik vardı üstünde. Anlamlandıramadığı bir heyecana kapılmıştı. Benzer şeyler yaşamıştı oysa daha önce. Aşinaydı bu duruma. Tanıdıktı yaşadıkları… Her seferinde aynı korkuya kapılmış, aynı telaşla savaşmış ve yine kendi haline gülmüştü nihayetinde. Ne kadar güvenebilirdi ki iç sesine?  Ne kadar doğru olabilirdi ki duyguları? Bir virüs gibi beyni kemiren, davranışlarımızı sansürleyip, yaşamsal endişeler yumağında duruşumuza hükmeden bu engelleyici unsur, ne kadar etki edebilirdi ki insana?  Farkındaydı durumun; bilincindeydi. Ama bu sefer, iş ciddiydi. Farklı bir manzara vardı karşısında. Açılan kapının eşiğinde, sinirden salya sümük bağıran bir baba, duvar dibinde, ağlamaktan gözleri morarmış bir kardeş ve “Git, ne olur artık git!” bakışlarında bir anne duruyordu. “Ait değilsin buraya. Yeter artık! Al ateşini, git başkasını yak…” diyordu. Gidişi gösteriyordu bütün sesler, yalnızlığı sunuyordu. Kendisi de biliyordu. İlk kez, doğruyu gösteriyordu bozuk saat. İlk kez yanılmamıştı hakikat dengesi. İlk kez görünmüştü gerçek yalnızlığa yolculuk…
Yaptığı yaramazlıkların haddi hesabı olmamıştı çocukluğunda. Kırmadık pencere, çalmadık kapı zili bırakmamış, mahallede kavga etmediği çocuğu yaşamında eksik bir yaşantı saymıştı. Ne okul okumuştu, ne bir işe girmişti, ne de babasının yıllarca istediği terbiyeli, uslu çocuğu oynayabilmişti. Ama artık büyümüş ve masumiyet iklimini çoktan geride bırakmıştı. Artık gerçeklerin soğuk yüzünü, yaşamın tozpembe hüznünü tatmaya başlamıştı. Özlemle anmıştı çocukluğunu oysa, acıyla özlemişti. Ne zaman büyüdüğünü düşünse, babasına zorla aldırdığı ve dükkândan ayrılır ayrılmaz, babasını atlatıp, gidip ayakkabıcıya “Babam vazgeçti…” diyerek parasını geri aldığı ayakkabılarını hatırlardı. Ayakkabı parasını alıp akşama kadar nasıl istediği her şeyi aldığını, akşam yiyeceği dayağı yediği tost ve limonatalarda nasıl unuttuğunu,  bir ayakkabı parasının bir çocuğun yaşamında nasıl bitmeyecek kadar büyük bir para olduğunu düşünürdü. Nerelerden beslenirse beslensin, hangi renge hangi oranda bürünürse bürünsün fark etmiyordu; insan, geçmişiyle ilgili sadece güzel olanı hatırlıyordu. Aşklarını, heyecanlarını, başıboş gezmelerini özlüyordu. Gelinen nokta, varılan sonuç ne olursa olsun, insan en çok geçmişini sahipleniyordu.
O da bunu yaptı.  İnsanların hayatlarını yalnızca bir an’a dayanarak yargılamaktan her zaman kaçındığı gibi, bu eylemin vicdan uyuşmazlığını da uzaklaşarak gidermeye çalıştı. Ne de olsa mutlu aileler birbirine benzerdi ve ne de olsa, eninde sonunda tekrar birlik olmayı başarırlardı… Zamanın ilaç olmasına dayadı sırtını ve uyuyan ruhun uyanışının, birilerine sarılmaktan geçtiğine inandı. Ayrıldı evden. Eteğinde biriktirdikleri, avucunda taşıdıklarına sığınarak uzaklaştı. İki yol belirdi önünde. Bir türlü ait olamadığı ailesi ve bir türlü sahip çıkamadığı benliği… Sorgulamaya başladı her şeyi. Geçmişin insana yüklediği yaşamsal mirası, parçası parçasına ayrıştırmaya başladı. İki sonuca vardırdı insanı. İki büyük kategoriye ayırdı. Ait olunanlar ve sahip olunanlar. Sahip olunanlar açıktı herkes için; ev, araba, kurşunkalem, oyuncak bebek veya ceviz başlıklı baston. Her yaşa her cinsiyete göre ve farklı farklı nesneler vardı. Ama aidiyet farklıydı. Belki de insanın en geç keşfettiği şeydi kendisi ve aidiyet onun en mahrem yerinde gizliydi. İstenildiğinde bırakılamıyordu sahip olunanlar gibi. İstenildiğinde değiştirilemiyordu. Bireysel uğraş bazen bir şey ifade etmiyor, işe yaramıyordu. Sonradan dâhil olunan bu hazır kural düzen uyumu gerekli, sadakati zorunlu kılıyordu. Onun doğruları, onun ilkeleri ve onun sınırları… Aile de onlardan bir tanesiydi, kültürde bir tanesiydi, din de, cinsiyet de. Sizin onlara karşı çıkışınız, onlar gibi davranmayıp onlar gibi giyinmeyişiniz, uygun görüleni yapmayıp kendi sesinize yönelişiniz birer kovulma nedeni, birer cezalandırma sebebi olabilirdi. Gerektiğinde ayrı tutulabilir, gerektiğinde küçük düşürülebilir, gerektiğinde yok sayılabilirdiniz… İyice düşündü bu durumu. Derinliğine daldı aitliğin. En ait olanı aradı. Aidiyet ikliminde gövdesi en kalınını bulmaya çalıştı ve iki cengâvere rastladı. Biri âşık, diğeri muhtaç. En çok onlarda gördü samimiyeti, en çok onları benzetti kendisine. Ve hak verdi. Ya bir şeye çok âşık olmak gerekiyordu bu denli, ya da çok muhtaç. Ya sonucun şekline bürünüyordu aidiyet ya sonuçta amaç.
Sahip olduklarına âşık olan pintileri düşündü bir ara, zavallılıklarına yandı. Ait olduklarına muhtaç olanları, muhtaç olduklarına âşık olanları, ne sahip ne ait olabilen yalnızları düşündü; yaşamlarına daldı. Ailesini koydu bir tarafa, diğer tarafa kalanları. Sordu teker teker hepsine: “İçinde anne geçen bir cümleyi hanginiz cehenneme benzetebilir?” “İçinde yalnızlık olan bir cümleyi hanginiz aileye bütünleyebilir?” İçinde aşk olmayan aidiyeti insana tamamlayamadı hiçbiri. Cevap veremedi hiçbiri sorularına. Ne olsa zalimdi doğası insanın; en çok sevilenler, en çok nefret edilene dönüşebilirdi nihayetinde. Durgun düzeninde betondan zannedilen yapılar, rüzgâr ödleği bir samana dönüşebilirdi. Bunları getirdi aklına. Geçmişini düşündü uzun uzun. Rahatladı biraz, sakinleşti.

&

İki gün sonra eve gitmeye karar verdiğinde, artık ne yapması gerektiği hakkındaki fikri de oluşmuştu. İki günlük sorgunun doğurduğu gerçekler, atacağı adımın rengi, yönü ve duruşu olmuştu. Eve vardığında bıraktığının aksine sakin bir ev ortamı buldu karşısında. Yemekler yenilmiş, pijamalar giyilmiş, çay sohbetli televizyon safhasına geçilmişti. Kapıyı kardeşi açtı. Gözlerinde umut ve korku dolu bakışlarla annesine baktı. “ Anne, abim gelmiş” demek istedi bakışları. Annesi ayağı kalktı ve yalvarır gözlerle “ Ne olur tekrar sorun çıkmasın” dedi. Ve babası, bazen içindeki ruhun buzdan olduğuna inandığı babası, hiç aldırmıyormuş gibi kanal değiştirmeye çalışırken kendisi söze girdi. “İlkokula beni gönderdiğinizde henüz beş yaşındaydım. Herkes düz ve yuvarlak çizgiler çizmeye çalışırken, ben altıma işiyordum. Zorla beni okula götürdünüz ve çalışkan olmamı beklediniz. Dört yıl üst üste okumaya geçemediğimde, küçük oluşuma değil beceriksiz olduğuma kanaat getirdiniz. Arkadaşlarım mahalle maçlarında, sokak oyunlarında zaman geçirirken ben marangoz çırağıydım. Sebebiniz hazırdı “Bari adam olsun” dediniz. Bütün arkadaşlarım büyüyüp sinemaya, cafeye gittiklerinde benim burnumun sürtmesini tercih edip harçlıklarımı kestiniz. Sonuçta ne benim arkadaşlarım sizin yaşantınıza girdi, ne de siz onları benimsediniz… Eğrisiyle doğrusuyla bu yaşıma geldim ve son iki gündür, inanın bunu günü gününe düşündüm. Her anını, her dakikasını, saniye saniye gözlerimin önünden geçirdim. Ve aileye ait olmamakla suçladığınız oğlunuz olarak size sunu sormak için geldim.” Anne, baba, peki siz bana ne kadar sahiptiniz?”

Fotoğraf:https://www.pinterest.com/pin/301741243766144956/?nic_v1=1aneUGgo3OgNp04zVPlQK%2B1lPiK2U%2Flwj6xzEuMNO9x3B3LgMd95R1iGq452tpOih2

Yorum Gönder

0 Yorumlar