Kitap Falı...

 


Gecenin ilerleyen saatlerinde uykusu kaçmış ve ne yapacağı konusunda hiçbir fikri olmayan birkaç arkadaştık. Sahil yürünemeyecek kadar soğuk, film marketler gidilmeyecek kadar uzak, arkadaşlar misafir olunamayacak kadar uykudaydı. O saatte yemek de yenilmezdi, oyun da oynanmazdı. Derken aramızda bir fikir belirdi ve kitap falı bakmaya karar verdik. Hem de gecenin o saatinde.

      Kurallar çok basitti. Sıkılınca bazen başvurduğumuz bir etkinlikti. Herkes eline bir kitap alacak. Üç parmağını kitabının üç farklı sayfasına koyacak ve sayfanın baştan üçüncü kelimesi fal için alınacaktı. Toplamda alınan üç kelime, sahibinin o geceki fal sembolleri olacak ve sırası gelen kişi kendi fal yorumunu grubun diğer üyeleri ile paylaşacaktı. İlk iki kelime geçmiş anılar ve deneyimleri kapsayacak, son kelime ise gelecek tasvirinde kullanılacaktı. Hangi kitabın seçileceği, hangi sayfanın açılacağı ve ilk yorumun kimin yapacağını belirlemek ise serbest.

    Odalarımıza dağılıp elimizde birer kitap ile kısa süre sonra salonda toplanmıştık. Her zamanki yerimize, evimizin denize bakan tek yeri olan perdesiz pencere kenarına ilişmiştik. Minderlerimiz, yün patiklerimiz ve hırkalarımız, akşama doğru yaptığımız çay, çekirdek seansından kalma vaziyette yerlerinde hazır bekliyorlardı. Burada oturup, dalgaların kıyıya sertçe vurmasını, köpürmüş gökyüzüne sularını bir volkan gibi sıçratmasını, arada sırada birkaç yalnız insanın önümüzden sessizce geçmesini seyretmeyi seviyorduk. Bu bizim aile olarak seçtiğimiz bir rahatlama biçimiydi. Doğanın gücünü, kudretini, insanların çıplak yalnızlıklarını taşıyordu evimize. Bize zamanın gidişatı içinde unuttuğumuz zayıf benliklerimizi ve sığındığımız abartılı egolarımızı gösteriyor, her şeyin bir döneminin olduğunu hatırlatıyordu. Sakinliğinin, öfkesinin, huzurunun, stresinin, bütün güzel ve çirkin yanlarının bir zaman aralığının olduğunu hatırlatıyordu. Başlarlardı, bizi etkilerlerdi ve zamanları tükenince giderlerdi. Tıpkı hemen her gün önümüzden geçen silueti belirsiz yalnızlar gibi… Zaten o yüzden hep perdesiz ve hep oturmaya hazır vaziyetteydi… 

        Oturup birbirimizin gözlerine baktıktan sonra, ilk falı, aramızda sevmeyi en iyi becerebilen, şiir sever bedencimiz açtı. Seçtiği kitap, felsefe diyarından Friedrich Nietzsche’nin Böyle Buyurdu Zerdüşt kitabıydı. Zamanında hepimizin sırayla okuduğu, bazılarımızın tekrarlar yaptığı, birçok arkadaşımızın elinde tavsiyelerimizle dolaşmış, emektar bir kitabımızdı. Sahildeki kitapçı kadından, tezgâhına yarım saat bakmak karşılığında ben almıştım. Erdemi, adaleti, sorgulu insan halini iyi anlatan bir eserdi. Muhtemelen konuşmayı uzatacak kelimelerle karşılaşmak istiyordu. Çünkü artık seçilen kitaptan falın ön mesajlarını da fark edebiliyorduk. Seçtiğiniz kitabın kalınlığı, yerliliği, yabancılığı, türü, dili gibi etkenler kurulacak cümleler için önemli birer ipucuydu bizim için.

Parmaklarını sayfaların arasında dolaştırdı, birkaç defa emin olmayarak kararını değiştirdi ve birbirinden uzak sayfalarla tercihini tamamladı. Çıkan kelimeler; “insan”, “mutlu” ve “artık” kelimeleri idi. Kendi aramızda şakalaşarak, zaten her anlatının insan kaynaklı olduğunu, her söylemin insanla başlayıp, bir şekilde insanla bittiğini söyleyerek, aslında falında üç değil iki kelimenin çıktığını konuştuk. Düşündü, bizden onay beklercesine yüzlerimize baktı ve kendi kitap falını kendi rahat üslubuyla yorumlamaya başladı... Konuşma tarzı aynı babama benziyordu. Acele etmeyen, aralar veren, konuya üç durak önceden başlayan bir tarzı vardı. Kendini dinlettirmeyi bilen, anlatacağı konuyu güzel sunan, hoşmuhabbet bir insandı.

“Biz bu olaya fal demekle iyi mi ettik bilmiyorum ama bu iş galiba gerçekten bir fala dönüşmeye başladı. Çok değil iki gün önce, belediye otobüsünde yaşlı bir teyzeye yer vermediği için genç bir yolcuyla tartışan orta yaşlı bir adamın diyaloguna tanık olmuştum. Adam sürekli bir şekilde, insan olmanın, insanlık görevlerinin, insansal duruşun, saygının, sevginin, hürmetin artık eskisi gibi olmadığını söyleyerek çocuğa “insan” olması konusunda yükleniyordu. Artarda, hep birbirinin tekrarı niteliğinde cümleler: “İnsan ol”, “Daha iyi insan ol”, “Biraz insan ol!”, “En iyi insan ol!” Ol da ol… Ol da ol…

 Yolculuk boyunca insan olma meselesini düşünmüştüm. Çünkü bu insan olma fikri, bana hep saçma gelmişti. Konu insan olunca, en zalim, en zavallı, en hain sıfatlar yükleyip, nefsinden, cehaletinden, zayıflığından, bencilliğinden, toyluğundan, kininden şikâyet eden bir düşüncenin, öğüt vermek veya bir yanlışını düzelmek için bir insana “insan” olmasını söylemesini çok saçma bulmuşumdur. “İnsan ol”, “Daha iyi insan ol”, “Ben insanım, sen de ol!”. Çok saçma değil mi?  Mesela dürüst ol denilebilir bir insana. Adaletli ol, sadık ol, samimi ol, güvenli ol, sakin, temiz, vicdanlı ol denilebilir. Ki o insan, ne olması gerektiğini bilsin. Kendi kafasında bu durumu somutlasın. Nerede hata yaptığını, neyi eksik bıraktığını görsün ve kendince bir düzelmeye gitsin. Değil mi? Bunları söylemeyip, kuru kuruya insan olmasını söylemek, olur olmaz hatalarını insana benzeyerek düzeltmesini istemek, bana göre bir nasihat bile değildir. Kaldı ki, nasihatin ne kadar işe yaradığı da ortada…”

Art arda bir sürü örnek verdi. Her zaman yaptığı gibi hırkasının zincirinden kavradı, dalgaların en uzak yansımasına gözlerini dikti, tane tane, sakin sakin konuşmaya devam etti. Günümüz insanının, kendi refahına odaklanıp, diğer bütün değerlerle ilişkisini en aza indirdiğini, maddeyle arasında kişisel bir bağ geliştirip insani bağlayıcıları sırayla terk ettiğini ve artık yaşantısını bu yalnız çizgide, tekil bir bakış açısıyla şekillendirdiğini uzun uzadıya anlatıp durdu. Falında “insan” kelimesinin çıkmasını bekliyor gibiydi. Konuşmaya ihtiyacı olduğu çok barizdi. Konuştu da konuştu. Anlattı da anlattı. Hiç müdahale etmedik. İçini döküp rahatlamasını istedik. Son zamanlarda yolunda gitmeyen bir şeylerin olduğunu fark etmiştik daha önce. Bir şeyler yaşadığı, bir şeylere dertlendiği belliydi. Konuşmaya ihtiyacı vardı ve bunu her zamanki yerinde, her zamanki duruşunda; dostlarıyla yapıyordu…

Mutluluk kavramının, günümüzde hızlı bir değişim sürecinde olduğunu söyleyerek ikinci kelimeye hızlı bir giriş yaptı. “Modern hayat, elimize maddeyi verdiğinde ve her yıl yeni bir modelini cafcaflı reklamlarla önümüze koyduğunda, biz elimizde olana odaklanmayı, onun varlığıyla mutlu olmayı ve yetinme duyularımızı sırayla terk ettik. Elimizde tuttuğumuz kutsalın mutluluğunu, yeni ve daha cazibeli olanın hızlı ve pratik değişimine bıraktık. Çünkü bu bize daha kolay ve daha ‘modern’ geldi.

Eski insanın doğayla ilişkisini sağlayan çok az materyali vardı. Üretime, güvenliğe, kullanıma ait birkaç eşyası vardı ve bütün enerjisini bunlara aktarır, onlarla yoğunlaşırdı. Onları önemserdi. Sandıklara saklanan dürbünler, tülbentlerle örtülen radyolar, sadece bayram ve düğünlerde giyilen takım elbiseler gibi. Varlıklarıyla kendimizi daha önemli, daha ait ve daha dolu hissettiğimiz eşyalar gibi. Falanca arkadaştan, filanca memleketten alınan hediyeler, bin bir zahmet, tonca eziyetle alınan altın, gümüş, firuze takılar gibi… Maddeye bağlı yaşanılan mutluluk, asgari ölçülerde, var olan eşyanın kutsiyeti ve devamlılığı üzerine kuruluydu.  Her eşyanın bir önemi, bir hikâyesi ve zamanı vardı. Az ve öz olanın varlığı, onlara aidiyetin, sahiplenmenin, koruma ve değer yüklemenin zorunluluğunu öğretirdi. Tıpkı otuz yıl önce beraber nöbet tutulan asker arkadaşlarına her bayram gönderilen mektuplar, sahibi yıllar önce ölmüş olmasına rağmen hala birileri gelip isteyebilir diye kilitli sandıklarda bekletilen emanet paralar, kilometrelerce uzakta yaşayan aziz dostlardan gelen baş üstüne göz üstüne selamlar gibi… Hayatları az şey üzerinde kuruluydu ve sanırım o insanlar o az şeyle bizden daha mutluydu. Günümüz insanının düştüğü akıl tuzağına henüz düşmemişlerdi ve duygu, değer ve sabır düzeyleri henüz bizimkiler gibi incelmemişti…”

        Gelecek tasvirine geçmeden önce bir tuvalet molası verdik. Birimiz kahve için su ısıttı, birimiz mutfaktaki dolu çöp poşetini balkona taşıdı, diğerimiz de akşamüstü makineye attığımız çamaşırları kokmadan çıkarmak için banyoya geçti. Odama geçip annemin ördüğü yeşil desenli, sımsıcak yün çoraplarımı giydim. Unutmamak için saatimi yediye ayarladım ve aldığım kitabı kitaplığıma geri bırakarak salona geri döndüm. Çünkü bir saattir hala üçüncü kelimeye geçememiştik. Uykum gelmişti ve bizimkinin ne uyumaya ne de sözü bize devretmeye pek niyeti yok gibiydi.

Devam ettik.

İtirazımız üzerine biraz kısa tutacağını, az kaldığını söyleyerek söze tekrar başladı. İçtiğimiz sıcak kahveler, omuzlarımıza geçirdiğimiz hırkalar ve tüm eve yayılan mis gibi yumuşatıcı kokusuyla devam ettik. Artık muhabbetimize annem de eşlik ediyordu.  

“Ben falımda…” dedi, “…neyin çıktığını çok iyi anladım. “Artık” kelimesi sıradan bir sözcük değil. Bir tepki sözcüğü aslında. Yeter buraya kadar, bundan sonra eskisi gibi olmayacak, şu andan itibaren değişeceğim, demek. Artık kelimesi, bir milat duyurusu aslında. Sahip olduğum, alıştığım, hayatımın bir yerinde tutmaya devam ettiğim, ısrarcı olduğum, bağlı kaldığım, tutulduğum, önemsediğim, arzuladığım, aradığım ve koruduğum ne varsa, hepsine, yeter artık buraya kadar demek. Artık, yeni bir eylem zamanı. Özgürlüğün etrafına yerleşmiş bağlayıcı engellerden kurtulma ve çemberi genişletme zamanı... Uzun süredir düşünüyordum bunu. Dedim ya, adeta çıkan kelimeler hayatımın bir özeti gibi. Sizin uykularınız gelmiş, gözleriniz tembel bakışlara gömülmüş, ruhunuz anlattıklarım karşısında sıkılmış olabilir ama şu an karşınızda hayatının önemli bir sorgu dönemini yaşayan kafası karışık bir insan duruyor. Eski insanları ve yaşantılarını düşünüyorum uzun zamandır. Mutluluklarını, hazlarını, arzularını düşünüyorum.  Değişimi konuştuk az önce. Gözle görünür bir alet edevat değişimidir büyüyor. Bir hızlı yaşam hastalığıdır, almış başını gidiyor. Fakat değişen sadece aletler mi? Büyükçe binalar, afili alışveriş merkezleri, daha pahalı, daha hızlı arabalar mı? Hayır! Duygularımız da değişiyor. Odaklanma seviyelerimiz, kabul kriterlerimiz, rıza gösterme, sevgi duyma ve tahammül etme derecelerimiz de değişiyor. Eski bir Kızılderili hikâyesinde, oturup ruhunun kendisine yetişmesini bekleyen kabile reisi Oturan Boğa gibi, bedenlerimiz ruhlarımızdan daha önde gidiyor. Onlara yetişemiyoruz artık. Elimizde tuttuğumuz ve her dönem güçlü paralarla bir yenisiyle değiştirdiğimiz aletlerimiz, bize her gün biraz daha hızlı olmamızı söylüyor. Acele etmemizi, çabuk olmamızı, geri kalmamamızı emrediyor. Bir fırsatları yakalama çılgınlığıdır, almış başını gidiyor. Aman ha, geri kalmayalım diğerlerinden! Sakın ha! Peki yolda yürürken, işte kullanırken, masaya zevkle bırakırken bize güzel bir özgüven veren bu aletlerimiz, akşam yatarken yalnızlığımızın bir kısmına da çare oluyor mu?

Zannetmiyorum!

Tam tersine. Hayatımıza fazladan eklediğimiz ve her gün biraz daha önemsediğimiz her gereksiz alet, bize dostlarımızı bırakmayı, ilişkilerimizi terk etmeyi, alışkanlıklarımızı değiştirmeyi, bireysel bir bencillikle, gizlenmiş bir fotoğraf mutluluğunu yaşamayı gün be gün öğretiyor. Beğenmediğimiz bir eşyanın alışık olduğumuz kolay değişimi, yıllardır dostluğumuza dâhil ettiğimiz güzel arkadaşlarımızı da tek hatada silebileceğimizi söylüyor. Nasıl olsa alternatifi bol! Olmadı mı? Bir diğeri. O daha mı olmadı? Bir diğeri daha. Ne de olsa pazar ekonomisi, sana her şeyin birçok alternatifini sunuyor ve beğenmediğinde kullanıp atabileceğin çokça seçenek sağlıyor. Ne gerek var ki işlevsiz bir noktaya bağlanıp takılı kalmaya? Sana arkadaş mı yok? İnternet dolu, sokaklar kaynıyor!

Son zamanlarda kurulan ilişkilerin yoğunluğuna ve süresine bir bakın. İnsanların beklentilerine, uğraşlarına, ihtiyaç duydukları şeylere bir kafa yorun bakalım. Boşanan insanları, hiç evlenmeyen yalnızları, kalabalıklar içinde boğulan kimsesiz çocukları bir hayal edin… Yaşamla aralarındaki bağ ne? Ne zaman kaybettik aidiyet ve sahiplenme duygularımızı? Hangi ara uzaklaştık insandan bu kadar? Hangimiz arıyor gözünün görmediği eski bir dostu? Hangimiz hediyeler alıyor sırf değerli olduğu için yanında duran arkadaşına? Yetiyor sanırım bizim başparmaklarımızla kaydırdığımız bol gülücüklü, renk cümbüşlü fotoğraflar. Altlarına koyduğumuz kalp desenli beğeniler…  Beğendik mi “tamam” diyoruz. “Ne iyi dostum be, her fotoğrafını beğeniyorum senin”. Bir dostunu kaybedince kayıtsız kalıp önündeki yemeği tatmaya devam bir genç, elindeki kaygan oyuncak bozulunca hummaya tutulmuş hasta gibi titremeye başlıyorsa orada bir problem yok mudur sizce de?”

Sustu sonra. Anlattığı şeylerin yoğunluğuyla gözlerimize bakıp onay bekledi. Anlattığı kişiler bizlerdik. Bizim etrafımızdakiler, hayatımızın içindekiler, önemsediklerimiz ve unuttuklarımızdı. Üçümüz de adanmışlığın erdem sayıldığı bir coğrafyada büyümüş ve sokaklarında hızlı yürünülmediğinde tuhaf karşılanan bir şehirde okumaya gelmiştik. Hem bedenen hem ruhen bir değişim durumundaydık. Her gün modern beklentilerle okullarımıza gidip, akşam feodal yalnızlıklarımızla sohbetler ediyorduk. Ne demek istediğini anlıyorduk arkadaşımızın. Hayat, artık kesintisiz bir süreç değildi ve bize boşluklar bırakarak yaşamamız gerektiğini öğretiyordu. Bir şeye odaklanırken geride bir şeyler bırakıyorduk ve bu bizi her adımda biraz daha yalnızlaştırıyordu…

Yüzünde henüz dinmiş bir fırtınanın suyu kabarmış bakışları vardı. Devam etti.

“Artık yavaşlamanın zamanı geldi dostlar” dedi. “Bir salyangoz gibi kabuğumuza çekilip, düşünmenin zamanı geldi. Bir karar vermemiz gerekiyor. Her gün etrafımıza bir çember daha çizen değişimin hızına ayak uydurup ruhumuzu mu terk edeceğiz, yoksa biraz yerimizde sayıp geride bıraktığımız özlemlerimizin bize yetişmesini mi bekleyeceğiz. Hangisi?”

& 

Gece nasıl bitti, biz neler söyledik hiç hatırlamıyorum lakin o değişmeyi kafasında çoktan bitirmişti… İlk fırsatta telefonunu eski tuşlu bir telefonla değiştirdi, ilk burs parasıyla bir bisiklet aldı ve tıpkı usta yazarın “İnsan, bir kez birisine geç kalır ve bir daha hiç kimse için acele etmez” demesi gibi bir daha hiçbir şey için acele etmedi.

Fotoğraf:https://tr.pinterest.com/pin/177821885264800706/


Yorum Gönder

0 Yorumlar