Sosyalist...



Sosyalist, Enver İleri

Huzurevi kavramından etkilenen, adı söylenince derinlere dalıp hüzünlenen bir insan değildim. Ne oradaki yaşam, ne insanlar, ne de acı ve yalnızlık dolu yaşam hikâyeleri etkilemezdi beni. Uzak hissederdim kendimi oraya... Filmlerden bir görüntü, romanlardan bir bölüm, gazeteden haberdiler sadece; var ile yok arasında, dışarıda, yabancı bir yer gibiydiler benim için. Ne huzurevi bulunan bir şehirde yaşıyor olmam, ne iki dolmuş kadar yakınlarında oturmam, ne de her ay en az birkaç kez yanlarından geçmem fark ediyordu; kayıtsızdım onlara karşı…
Uzun uzun düşündüm bir akşam. Gitmek ile kalmak, harekete geçmek ile pasif yaşamak arasında saatler devirdim.  Bir yanım gidip en azından hikâyelerini dinlemek, yaşamlarına tanık olmak, biraz muhabbet edip kısada olsa sevindirmek isterken, diğer yanım üzücü bir tablo ile karşılaşıp günlerce etkisi altında kalabilecek, hastalıklı yaşamlarından etkilenip onları daha çok üzecek yanlış bir davranış ve söylemde bulunabilirim endişe taşıdı durmadan. Hiç görmediğim, tanık olmadığım, beni neyin beklediğini bilmediğim bir yerdi ve her şey olabilirdi nihayetinde.


Ertesi gün erkenden kalkıp tramvayla şehir merkezine, oradan da küçük dolmuşlara binip, bütün ihtimalleri göze alarak huzur evine doğru yola çıktım. Kararımı vermiştim. En azından bu ikilemi kafamda bitirecek ve bu sorgulu cehenneme kendi içimde son verecektim... Kısa süren bir yolculuğun ardından huzurevine vardım. Hemen kapıda, ziyaretçi geliş gidişlerine alışık, vardiyalı çalışan güvenlik görevlileri vardı. Küçük birkaç işlemin ardından bir ziyaretçi kartı alıp yaşlılarla görüşebileceğimi, yaşlıların şu an ikinci kattaki oturma salonunda çay içme saatinde olduklarını söylediler. Öyle yaptım. Verilen galoşları ayakkabılarıma geçirip bir üst kata çıktım ve hala beni tiril tiril titreten kaygılı heyecanımla ilk sağdan salona giriş yaptım. Ama ne salon… Bir yanda balon şişirme yarışına girişmiş yaşlılar, bir yanda onları hırslandırmaya çalışan arkadaşları ve olaydan son derece memnun, eğlenceye alkışlarıyla katkı sunan hizmetli çalışanlar… Bir düğün eğlencesi adeta. Şaşkınlıklar içindeydim. Ne beklerken ne bulmuştum karşımda… Hiç ses çıkarmadan kenarlarında duran üçlü koltuğa yavaşça geçtim ve izlemeye başladım. Çoğu gözleriyle hoşgeldinler gönderdi, başlarıyla selamladı ama yarışmaya olan odak biran olsun değişmedi. Bir, iki, üç ve kazanan uzun boylu yaşlı. Ödül ise çok basit, çayına şeker atmayan mavi yelekli teyzenin artan iki şekeri…
Etkilenmiştim… Alışık olmadığım bir samimiyet yumağı duruyordu karşımda. Hesapsız, plansız ve maskesiz bir yakınlık hali duruyordu... Bir avuç yaşlı, o zor bulduğumuz, o çok arzuladığımız, hep eski şeylerde, küçük yerlerde, geçmişlerde aradığımız eksik yanımızı sunuyordu bana, samimiyetin ne olduğunu, çılgınca alkışların, çocukça gülüşlerin nerede unutulduğunu sorduruyordu…  Umut verici bir sıcaklık vardı salonda, davet edici bir dostluk havası vardı. Bir şeyler konuşurken hala gözlere bakabilen insanların ayan beyan gerçeklikleri vardı. Yapmacıksız, şen şakrak, gülümser bir kıpırtıyla doluydu içerisi. Şeffaf bir sunuşta dışa vurulmuş beğenilerle doluydu ve tamamen gerçekti. Ne sahte ve yapmacık insan takıntıları, ne gizli saklı çıkar hesapları, ne de birbirini ölçmeye çalışan gözler vardı salonda. Öyle bahara, aşka benzetilemeyen, ha deyince anlatılamayan, umut verici bir şeydi karşımda duran; samimiyetti…
Birer lakap takılmıştı herkese, ikinci bir isim verilmişti her birine. Yaşamına, geçmişine, fiziki duruşuna göre ikinci bir insan yaratılmıştı. Oraya ait, onlardan, onlara benzeyen… Yürüyemeyen eski ses sanatçısına “sabit”, görme duyusu iyice azalmış eski gece bekçisine “mercek”, sadece çorbayla beslenebilen, bir deri bir kemik emekli kadın işçiye “obur” denilmiş,  yıllarca mecliste berberlik yapmış, bilmem hangi başbakanın hangi yıllardaki özel makaslığını yapmış yaşlıya “tırpan”,  bu lakap takma işini başlarına salan, kat kat dolaşıp eğlencelik malzeme arayan kısa boylu şişmana ise “etiket” ismini vermişlerdi. Hepsi birbirinden güzel, hepsi birbirinden tatlı, hepsi kendi gerçekliğinde…  Özel bir yeri vardı isimlerinin. Kendi yaşamlarında paylaşımlarla dolu bir geçmişi vardı. İlk tanışmaya, ilk konuşmaya, çok su içmeye, çok uyumaya göre verilmişti her biri, hikâyeleri vardı. İnsan sevdiğine lakap takar diyorlardı, kıskandığına, özendiğine, beğendiğine takar… Eğlenmek, oynamak, anlamsız hareketlerle, ilgisiz davranışlarla saçmalamak samimiyettendi. Yatağa gidiş yolunu mutlu kılma, yaşama gülümser bakma isteğindeydi. Bazen bazı şeyler neden istemezdi, bazen bazı şeyler herkesle yaşanmazdı ve bazen zaman sadece eğlenerek ertelenebilirdi…  

&

Bir ay sonra tekrar gitme kararı aldığımda ve huzurevi kapısının güvenlikli girişinde, elimde şekerlerle kendimi bulduğumda ilk seferin aksine güzel bir şey yapıyor, eski bir dostla buluşuyormuş gibi mutlu ve huzurluydum. Alışmıştım ne de olsa. Kart alacak, galoş giyecek, ikinci kata çıkacaktım. Yine de güvenlikçilerden erkek olanı kulübeden çıkıp yanıma doğru yaklaştığında, herhalde yanlış zamanda geldim, temizlik saatine denk getirdim, ya da başka tür bir neden var ve içeriye giremeyeceğim hissine kapıldım. Ama yanıldığımı anlamam uzun sürmedi. Omuzuma dokunan el dostane bir gülümsemeyle geldi ve “Delikanlı, benden duymuş olma ama sana da lakap takmışlar söyleyeyim.” dedi. “Hani o getirdiğin lokumları hem bize, hem müdüriyete, hem de yaşlılara eşit sayıda dağıttın, Obur’a işten, emekten, işçi ve kadın haklarından bahsettin ya, sana da “sosyalist” demişler kendi aralarında, ne alakaysa artık!” Dona kalmıştım bir süre. Güvenlikçinin imalı sözleri bir yana, ne diyeceğimi, nasıl davranacağımı şaşırmıştım. Çünkü lakap, bir kabul anlamına geliyordu. İçlerinden, yaşamlarından gördükleri, kendilerine benzetip sevdikleri, kendi samimi dünyalarına davet ettikleri anlamına geliyordu. Çok sevinmiştim, ilk günden beter hale gelmiş, uzun süredir yaşamadığım bir heyecanla dolmuştum. Nasıl olacaktı acaba? Bana nasıl açıklanacaktı? Direkt mi söylenecek yoksa şakaya mı vurulacaktı? Hem, kim söyleyecekti? Etiket mi, Tırpan mı, yoksa Mercek mi?
Cevap yukarıdaydı… Oraya gitmem, karşılarına çıkmam ve öğrenmem gerekiyordu… Derin bir nefes aldım, ikinci kata çıktım ve en beklemedikleri, en hazır olmadıkları anda karşılarına çıkıp selamı çaktım.
“Yoldaşlar, Merhaba!”  
Yaşlılar, havadaydı artık…

Fotoğraf:http://blog.milliyet.com.tr/esitlik-anlayisi/Blog/?BlogNo=463846

Yorum Gönder

0 Yorumlar