Huzurevi
kavramından etkilenen, adı söylenince derinlere dalıp hüzünlenen bir insan
değildim. Ne oradaki yaşam, ne insanlar, ne de acı ve yalnızlık dolu yaşam
hikâyeleri etkilemezdi beni. Uzak hissederdim kendimi oraya... Filmlerden bir
görüntü, romanlardan bir bölüm, gazeteden haberdiler sadece; var ile yok
arasında, dışarıda, yabancı bir yer gibiydiler benim için. Ne huzurevi bulunan
bir şehirde yaşıyor olmam, ne iki dolmuş kadar yakınlarında oturmam, ne de her
ay en az birkaç kez yanlarından geçmem fark ediyordu; kayıtsızdım onlara karşı…
Uzun uzun
düşündüm bir akşam. Gitmek ile kalmak, harekete geçmek ile pasif yaşamak
arasında saatler devirdim. Bir yanım
gidip en azından hikâyelerini dinlemek, yaşamlarına tanık olmak, biraz muhabbet
edip kısada olsa sevindirmek isterken, diğer yanım üzücü bir tablo ile
karşılaşıp günlerce etkisi altında kalabilecek, hastalıklı yaşamlarından
etkilenip onları daha çok üzecek yanlış bir davranış ve söylemde bulunabilirim
endişe taşıdı durmadan. Hiç görmediğim, tanık olmadığım, beni neyin beklediğini
bilmediğim bir yerdi ve her şey olabilirdi nihayetinde.
Ertesi gün erkenden
kalkıp tramvayla şehir merkezine, oradan da küçük dolmuşlara binip, bütün
ihtimalleri göze alarak huzur evine doğru yola çıktım. Kararımı vermiştim. En
azından bu ikilemi kafamda bitirecek ve bu sorgulu cehenneme kendi içimde son
verecektim... Kısa süren bir yolculuğun ardından huzurevine vardım. Hemen
kapıda, ziyaretçi geliş gidişlerine alışık, vardiyalı çalışan güvenlik
görevlileri vardı. Küçük birkaç işlemin ardından bir ziyaretçi kartı alıp yaşlılarla
görüşebileceğimi, yaşlıların şu an ikinci kattaki oturma salonunda çay içme
saatinde olduklarını söylediler. Öyle yaptım. Verilen galoşları ayakkabılarıma
geçirip bir üst kata çıktım ve hala beni tiril tiril titreten kaygılı
heyecanımla ilk sağdan salona giriş yaptım. Ama ne salon… Bir yanda balon
şişirme yarışına girişmiş yaşlılar, bir yanda onları hırslandırmaya çalışan
arkadaşları ve olaydan son derece memnun, eğlenceye alkışlarıyla katkı sunan hizmetli
çalışanlar… Bir düğün eğlencesi adeta. Şaşkınlıklar içindeydim. Ne beklerken ne
bulmuştum karşımda… Hiç ses çıkarmadan kenarlarında duran üçlü koltuğa yavaşça
geçtim ve izlemeye başladım. Çoğu gözleriyle hoşgeldinler gönderdi, başlarıyla
selamladı ama yarışmaya olan odak biran olsun değişmedi. Bir, iki, üç ve
kazanan uzun boylu yaşlı. Ödül ise çok basit, çayına şeker atmayan mavi yelekli
teyzenin artan iki şekeri…
Etkilenmiştim…
Alışık olmadığım bir samimiyet yumağı duruyordu karşımda. Hesapsız, plansız ve
maskesiz bir yakınlık hali duruyordu... Bir avuç yaşlı, o zor bulduğumuz, o çok
arzuladığımız, hep eski şeylerde, küçük yerlerde, geçmişlerde aradığımız eksik
yanımızı sunuyordu bana, samimiyetin ne olduğunu, çılgınca alkışların, çocukça
gülüşlerin nerede unutulduğunu sorduruyordu… Umut verici bir sıcaklık vardı salonda, davet
edici bir dostluk havası vardı. Bir şeyler konuşurken hala gözlere bakabilen
insanların ayan beyan gerçeklikleri vardı. Yapmacıksız, şen şakrak, gülümser
bir kıpırtıyla doluydu içerisi. Şeffaf bir sunuşta dışa vurulmuş beğenilerle
doluydu ve tamamen gerçekti. Ne sahte ve yapmacık insan takıntıları, ne gizli
saklı çıkar hesapları, ne de birbirini ölçmeye çalışan gözler vardı salonda.
Öyle bahara, aşka benzetilemeyen, ha deyince anlatılamayan, umut verici bir
şeydi karşımda duran; samimiyetti…
Birer lakap
takılmıştı herkese, ikinci bir isim verilmişti her birine. Yaşamına, geçmişine,
fiziki duruşuna göre ikinci bir insan yaratılmıştı. Oraya ait, onlardan, onlara
benzeyen… Yürüyemeyen eski ses sanatçısına “sabit”, görme duyusu iyice azalmış eski
gece bekçisine “mercek”, sadece çorbayla beslenebilen, bir deri bir kemik
emekli kadın işçiye “obur” denilmiş, yıllarca
mecliste berberlik yapmış, bilmem hangi başbakanın hangi yıllardaki özel
makaslığını yapmış yaşlıya “tırpan”, bu
lakap takma işini başlarına salan, kat kat dolaşıp eğlencelik malzeme arayan
kısa boylu şişmana ise “etiket” ismini vermişlerdi. Hepsi birbirinden güzel,
hepsi birbirinden tatlı, hepsi kendi gerçekliğinde… Özel bir yeri vardı isimlerinin. Kendi
yaşamlarında paylaşımlarla dolu bir geçmişi vardı. İlk tanışmaya, ilk
konuşmaya, çok su içmeye, çok uyumaya göre verilmişti her biri, hikâyeleri
vardı. İnsan sevdiğine lakap takar diyorlardı, kıskandığına, özendiğine,
beğendiğine takar… Eğlenmek, oynamak, anlamsız hareketlerle, ilgisiz
davranışlarla saçmalamak samimiyettendi. Yatağa gidiş yolunu mutlu kılma,
yaşama gülümser bakma isteğindeydi. Bazen bazı şeyler neden istemezdi, bazen
bazı şeyler herkesle yaşanmazdı ve bazen zaman sadece eğlenerek ertelenebilirdi…
&
Bir ay sonra
tekrar gitme kararı aldığımda ve huzurevi kapısının güvenlikli girişinde,
elimde şekerlerle kendimi bulduğumda ilk seferin aksine güzel bir şey yapıyor,
eski bir dostla buluşuyormuş gibi mutlu ve huzurluydum. Alışmıştım ne de olsa.
Kart alacak, galoş giyecek, ikinci kata çıkacaktım. Yine de güvenlikçilerden
erkek olanı kulübeden çıkıp yanıma doğru yaklaştığında, herhalde yanlış zamanda
geldim, temizlik saatine denk getirdim, ya da başka tür bir neden var ve
içeriye giremeyeceğim hissine kapıldım. Ama yanıldığımı anlamam uzun sürmedi.
Omuzuma dokunan el dostane bir gülümsemeyle geldi ve “Delikanlı, benden duymuş
olma ama sana da lakap takmışlar söyleyeyim.” dedi. “Hani o getirdiğin
lokumları hem bize, hem müdüriyete, hem de yaşlılara eşit sayıda dağıttın,
Obur’a işten, emekten, işçi ve kadın haklarından bahsettin ya, sana da “sosyalist”
demişler kendi aralarında, ne alakaysa artık!” Dona kalmıştım bir süre.
Güvenlikçinin imalı sözleri bir yana, ne diyeceğimi, nasıl davranacağımı
şaşırmıştım. Çünkü lakap, bir kabul anlamına geliyordu. İçlerinden,
yaşamlarından gördükleri, kendilerine benzetip sevdikleri, kendi samimi dünyalarına
davet ettikleri anlamına geliyordu. Çok sevinmiştim, ilk günden beter hale
gelmiş, uzun süredir yaşamadığım bir heyecanla dolmuştum. Nasıl olacaktı acaba?
Bana nasıl açıklanacaktı? Direkt mi söylenecek yoksa şakaya mı vurulacaktı? Hem,
kim söyleyecekti? Etiket mi, Tırpan mı, yoksa Mercek mi?
Cevap
yukarıdaydı… Oraya gitmem, karşılarına çıkmam ve öğrenmem gerekiyordu… Derin
bir nefes aldım, ikinci kata çıktım ve en beklemedikleri, en hazır olmadıkları
anda karşılarına çıkıp selamı çaktım.
“Yoldaşlar,
Merhaba!”
Yaşlılar,
havadaydı artık…
Fotoğraf:http://blog.milliyet.com.tr/esitlik-anlayisi/Blog/?BlogNo=463846
Fotoğraf:http://blog.milliyet.com.tr/esitlik-anlayisi/Blog/?BlogNo=463846
0 Yorumlar