İlkokul
iki ya da üçüncü sınıftaydım. Kelimelerin öğrenilmesi ve dilimize yerleşmesi için
bize verilen “cümle içinde kullanma” ödevlerimden birini yapıyordum. Sınıf
ortamında oturmuş etrafı öğrencilerle dolu bir çocuk resminin altına sıralanan,
boşluk yerleri renkli, parlak kalemlerle boyanmış kısa cümleleri dolduruyordum.
Genel olarak okulda, okul bahçesinde, ev ve park gibi yaşam alanlarında
yapılması gereken davranışlar, bazı özel durumlarda insanlardan beklenen tipik
tepkiler vardı içlerinde. Bazı yerleri boş bırakılmış cümleler, belirli boşluklara
yerleştirilecek tamamlayıcı kelimeler, birbirleriyle benzer anlamı taşıyan eşleştirilmek
için verilmiş çeşitli ifadeler vardı. Hedef bunları yazmak ve ertesi gün
öğretmene gösterip yıldızlı bir imza almaktı. Birçok kelime yazılmıştı art arda.
Oldukça geniş bir alandan çeşitli kelimeler seçilmişti ve bunlardan bir tanesi
de “yasak” kelimesiydi. Boşluklarla dolu
bir cümle ve sonuna yerleştirilmiş “yasaktır” yüklemi. “Yerlere çöp atmak
yasaktır! İzin almadan konuşmak yasaktır! Başkasının eşyasını izinsiz almak
yasaktır!” gibi. Yani bizden beklenen tipik çocuk davranışları...
Yasak
kelimesine karşılık olarak, hayatımızda bize yapılması yasak kılınan bir şeyi
yazmamız isteniyordu. Bir çocuğun dünyasında masumane, küçük bir yer kaplayan,
birçok şeyden ve durumdan zarar görmesini engelleyen bu korumacı kelimeye,
anlamlı ve kısa bir cümle bulmamız isteniyordu… Oysa unutulan bir şey vardı. O dönemde(doksanlı
yıllarda) yaşamış ve o dönemin nefesiyle büyümüş çocuklar için yasak, bu tür
masumane bir şey olmamıştı hiçbir zaman. Yasak deyince insanların aklına bu tür
şeyler gelmemişti. Keza etrafı
yasaklarla donatılmış, yasaklar içinde yaşamaya alışmış, inancı, dili,
düşüncesi çeşitli biçimlerle engellenmiş, baskılanmış insanlarla büyünülmüştü ve
onların hikâyelerinde yasak sözcüğü daha zalimceydi.
Etrafta
malzeme bol olunca ne yazmalıyım, nasıl bir cümle kurmalıyım üzerine baya bir
düşündüm. Birkaç basit yasak cümlesi yazdım. Ama en sonunda dayanamayıp, beni o
günlerde en çok etkileyen şeyi; “Parka girmek yasaktır!” cümlesini yazdım. Kaldırdım
ödevimi. Okula gittim ertesi gün. Kitabımı çıkardım. Öğretmen gelip ödevleri
kontrol etmeye başladı. Sıra benimkine gelince, yüzüme baktı, gülümsedi ve “Parka
girmek hiç yasak olur mu oğlum!” deyip, kırmızı pilot kalemiyle “zarttttt” diye
cümlemin üzerini çizdi. İnanılmaz üzüldüm, kendimi çok kötü hissettim. Ama o
gün yazdığım cümlede zerreyi miskal yanlışlık yoktu. O cümle benim için o gün bir
yaşam gerçeğiydi ve ben, o yasağın bulunduğu şehirde yaşıyordum.
Nasıl
mı?
O
yıllarda ilçemizde, içinde ağaçlar, salıncaklar, ahşap piknik masaları ve
banklar bulunan yalnızca bir park alanı vardı ve onun girişi de parası
verilmediği takdirde çocuklara yasaktı. Evet, yasak… Parkın köşesinde tek
katlı, pencereleri kalın demirlerle döşenmiş, küçük taşlarla süslü bir düğün
salonu yapılmıştı ve adeta park alanı, bu korunaklı “özel” yerin güllü çiçekli
bahçesi durumundaydı. Her tarafında sık ağaçlıkları, ağaçların dalları arasına
döşenmiş dikenli telleri ve kapı girişinde eli sopalı, şişman bekçileri vardı
buranın. Piknik yapabilecek, oturulabilecek, oyunlar oynanabilecek yerlerin tamamına
şartlar konulmuştu ve parkın etrafını saran ağaçların çoğuna herkesin uyma
zorunluluğunda olduğu kurallar asılmıştı. Gönül isterdi ki bu kurallardan bir
tanesi de “çocuklara ücretsizdir” falan olsun ama eğer bir çocuksanız ve
bekçiye verecek bir paranız yoksa önünüzde çok seçeneğiniz de yoktur. Ya paranızı
verecektiniz, ya dikenli tellerden yaralanma pahasına geçecektiniz ya da
içeriye anne babalarıyla girmiş ve sallana sallana gülücükler saçan çocukların
şen şakrak hallerini seyredecektiniz. Başka bir seçenek yok…
Küçükken
en zevkle yaptığımız, en hevesle koştuğumuz eğlencelerden biriydi bu. Grup
olarak oraya gider, bazılarımız cesaretini gösterip atlar, bazılarımız nöbet
bekler, bazılarımız ise sadece oraya giden çocukların giriş hikâyelerini
dinlerdik. Oldukça organize de sayılırdık. Bir kişi bekçi tarafındaki yolda
durur ve kapıyı gözlemler, bir diğeri geçişin yapıldığı, dikenli telleri
yukarıya kaldırılmış daha az ağaçlıklı arka tarafa geçer ve geri kalanlar koordineli
bir şekilde, sırayla içeri girerdik. Oldukça
cesaret isteyen bir işti ve parka girip oyuncaklara binebilmek, size mahallede
birkaç gün yetecek kadar karizma sağlamaya yeterdi de artardı. Çünkü delinmiş
bir yasağın verdiği haz, o yıllarda bile muazzamdı ve yasağın o dayanılmaz
cazibesine, o iştah kabartan çekiciliğine ulaşmış olmak muhakkak ki anlatmaya
değer bir kahramanlıktı.
Tabi
aradan yıllar geçti. Etrafımızda çoğalan yasaklardan bazıları kendi isyancısını
doğurdu, bazıları kendini özgür sanan kölelerini yetiştirdi, bazıları ise düşe,
düşünceye, yapmaya, etmeye, istemeye bile sınır koydu. Etrafımızda yasakçılık
oyunu oynayan insanlar da çoğaldı, her türlü yasağa karşı çıkan ve baş kaldıranlar da… Etrafı mayınlı arazilerle sarılmış bir şehirde yaşıyor, tarihini
bir yasağın delinmesine bağlayan bir inançtan geliyorduk ve yasağa yabancı
değildik sonuçta… İyi yasaları oluşturabilmek için önce kötüleri kaldırmak
gerekiyordu. İyi yerler yapabilmek için kötü yerleri yıkmak gerekiyordu. Bazen
insanlara bütün yasaların masum olmadığını, yasakların sadece korumadığını,
aynı zamanda eksik bıraktığını, mahrum kıldığını, topal yaptığını da
hatırlatmak gerekiyordu.
Nitekim
öyle oldu!
Benim
hiçbir zaman tellerden atlayacak kadar cesur olamadığım, sokak aralarında hep başkalarının giriş hikâyelerini
dinleyerek, başkalarına gözcülük ederek büyüdüğüm o park alanı, şimdi
birbirinden güzel eğitimlerin verildiği, binlerce güzel insanın onlarca
etkinliğe katıldığı, müzikten tiyatroya, konserden sempozyuma birçok eğlenceyi
içinde barındıran, yeşilliklerle donatılmış, beyaza boyanmış, duvarsız bir yaşam
alanı; bir sanat, bir kültür merkezi oldu. İçinde yasakları olmayan, yasaklara
karşı yaşayan, insanları davet eden bir yer...
Aradan
yıllar geçti. Emanet bıraktığım çocukluğumu bana geri verir mi bilmiyorum ama
çocuğuma verecek boş bir salıncağı vardır diye umuyorum…
0 Yorumlar